27 Mart 2012 Salı

BEHZAT C. BIR ANKARA ISARET FISEGI


Behzat Ç. Bir Ankara İşaret Fişeği


          Geçen yıl Star TV’de gösterime giren Behzat Ç. Adlı dizi ikinci sezonunda. Hemen ilk gösterime girdiği birkaç bölümden sonra ulaştığı sadık izleyici sayısını artırarak sürdürüyor. Yeni eklenen izleyicilerde de bu sadakat devam ediyor. Yani bu diziyi ya hiç kaçırmadan izliyorsunuz ya da izlemiyorsunuz. Öyle arada bir göz atılacak eğlenceliklerden değil. Yük de olabilir kaldıramayan adama.

          Pazar akşamları gösterime giren dizinin şimdiye kadar TV’de yayımlanan diğer dizilere göre ayrık ve özgün bir duruşu olmasına rağmen, üzerinde hak ettiği kadar emek harcanıp konuşulmadı, yazılmadı. Konuşulup yazılanlar ise daha çok yüzeyde kalıp, Behzat Ç. Karakterinin aşikâr özellikleri olan şiddet, kural tanımazlık, argo konuşma, alkol kullanma, kabalık gibi olumsuz yönlerini yerdiler. Olumsuz yönlerini hiç anmayanlar ise dizinin senaryosunun içindeki bir takım replikleri, lirikleri, cımbızlayıp evcilleştirip, kendilerinden bir parça aradılar, buldular. Tam da böyle olduğu için bu dizinin ruhunun ve karakterlerinin içine sızılamadı. Isırgan otunun toplarken elimizi dalayan rahatsızlığından söz edildi de, suyunu kaynatıp içerken, yemeğini yapıp yerken kuracağımız bereketli sofra bardaksız, tabaksız, kaşıksız kaldı. Muradım küçük değersiz bir peçete bırakmak yanlarına.

          Behzat Ç. Toplumla barışık bir adam değil. Bir kere güvenmiyor topluma. Bu güvensizliğin bilinçsizce oluştuğunu söyleyemesek de, yaşadığı deneyimlerin, ruhunda, bilinçaltında bir korunma güdüsünü beslediğini gönül rahatlığıyla söyleyebiliriz. Bu barışık olmama hali öyle bir yere gelmiş ki, diğerleri – toplumca kabul edilen normal insanlar- gibi yemek yemekten, diğerleri gibi vaktinde yatıp kalkmaktan, üstüne başına dikkat etmekten özenle imtina ediyor. Acıkınca tost yiyor. Susayınca bira içiyor. Berbere gitmez. Onu bornozuyla duştan çıkmış bir halde göremezsiniz. Sanki normal olan, insana iyi gelebilecek, yaşam kalitesini artıracak her şeyden korkuyor. Bu bir şizofreni hali gibi değil elbet, sanki hayatı bir zamanlar tasavvur ettiği gibi yaşadığında, bir zamanlar başına gelen her şeyi tekrar yaşayacağından korkuyor. Aykırılığı zırh yapmış kendine. Zamanı da ardından esen rüzgâr. Bu rüzgâr Behzat Ç.’nin sabahını geceye, gecesini sabaha ulaştırmaya yarıyor o kadar.

          Bütün bu göz göre göre kaybettiklerinin yanında özenle koruduğu iki değeri de var Behzat’ın. Adalet ve asla açık açık ortaya çıkarmayacağı Sevgi. Karşısına hangi kurum, hangi büyük desteklerle beslenmiş bir suç çetesi çıkarsa çıksın, bütün insani gibi görünen konfordan vazgeçmek bedeliyle koruduğu ve bu faydaların hayatından sökülüp alınması pahasına kaybetmediği içinde ki terazi, adalete doğru olan koşusunda tökezlememesini sağlıyor. Bir takım kişisel faydalara ulaşabilmemiz için, çeldirici bir şekilde önümüze konulan, günlük rahatlıklardan vazgeçmek gerekliliğinin altını çiziyor sanki. Bu anlamda felsefi bir duruşu da var. Ancak yaşadığımız bu çağda, belki de sadece bir kısmına ulaşmaya ömrümüzün yeteceği insani değerler adına, vazgeçmememiz gereken dünya nimetlerinin çokluğu, cezp edici yönleri, bilerek bilmeyerek seyircide bir sıkıntı oluşturuyor. İşte belki de bu sıkıntı bağlıyor seyirciyi. Çünkü bu hesaplaşma halen birçok insanın bir yerlerinde korunuyor. Bazı yorumlarda gördüğümüz, “yahu ben dizi falan izlemem, ama bu diziyi neden izliyorum?” sorusunun cevabı da bilerek bilmeyerek korudukları o yerlerinde gizli. İnsanın “keşke vicdan manevi bir değer olmasaydı da, vücudumuzda şöyle kanlı canlı bir organımız olsaydı” diyesi geliyor. Belki o zaman dokunmak daha kolay olurdu. Hem böylece insandan insana nakli de mümkün olurdu.

          Behzat Ç.’de sevgi duygusu biraz daha karmaşık. Belki de Behzat’ın eksikliğini her an yaşadığı bir duygu olan sevgi, hem de yine aynı sebeple onun en çok bastırmaya çalıştığı değerine dönüşüyor. “Ben çocuklarımı gece uyurken severim.” Yanılgısını övünmeye dönüştürebilmiş bir toplumuz biz. Hepimizde var bu sevgi eksikliği. Aslında dizideki bütün karakterlerde de var. Biraz daha ileri giderek bölüm senaryolarının çoğunun bu sevgisizlikten kaynaklanan unutulmuşluktan, yok sayılmışlıktan beslendiğini rahatça söyleyebiliriz. Behzat Ç’nin bütün hoyrat, kaba, minnetsiz görünüşüne rağmen belki bölüm başına üç beş kere gözlerinin akını göstere göstere, başını yana yatırarak “beni sev, saçlarımı okşa” der gibi baktığını görüyoruz. Ancak bu sevgisini bile ters ters bakarak saklamaya çalışan adam herhangi bir dokunuşa izin vermeyecektir. Açık yarasına el sürdürmeyecektir.

          Behzat Ç. Baş komiserlik görevini icra ederken sık sık şiddete başvuruyor. Kural tanımaz, başına buyruk, amirlerine itaatsiz. Bu durum Amerikan polisiyelerinde çok gördüğümüz, hemen herkesin içinde bulunan, bir başına, gizemli kahraman figürünü kaşıyarak, seyirciye bir özdeşleşme, kahramanıyla aynı adam olabilme şansı tanıyor kuşkusuz. Sinema televizyon sektörü bu klişeyi kullandı ve kullanacak. Ayrıca hakları da. Aslında iddia edildiği gibi dizide şiddet kutsanmıyor. Tam tersine şiddet uygulayan bir adam olarak Baş Komiser Behzat, Ercüment Çözer gibi bir psikopat katili kendine düşman edip, bir biçimde çok sevdiği kızı Berna’nın ölümüne sebep oluyor. Hayatını zindana çeviriyor. Senarist Behzat’daki şiddet eğiliminin cezasını kesmiş çoktan. Birde Behzat Ç.’de şiddet, her zaman haksıza, yalan söyleyene, çıkar sağlayana, acımasıza karşı yapılıyor. Bu durum şiddeti aklamaz elbet. Ancak haksızsa kendine şiddet uygulayana da ses etmiyor. Kendi içinde adaletli. Şiddet aslında onun yöntemi değil. Sorgulamanın, diyalogun seyrine göre ortaya çıkıyor. Amaç değil, ancak sonuç çoğu zaman böyle. Ne diyelim belki de bu çağda bile, bir parça Robin Hood ciğeri taşımak için biraz eşkıyalığa ve haydutluğa da ihtiyaç var.

          Behzat Baş Komiserin bürodaki ekip arkadaşları Akbaba, Hayalet ve Harun. Baş komiser genellikle Harun’la birlikte çalışıyor. Daha doğrusu Harun ona yakın geziyor. Aslında Harun ilk bakışta dışa dönük gibi görünen teklifsiz tavırlarıyla Behzat Ç. İçin uyumsuz bir ortak gibi gözüküyor. Ancak Harun görev başında zeki ve gözü pek bir polis. Behzat’ında Harun’a karşı her zaman korumacı bir tavrı var. Çocuğu gibi sakınıyor onu belli etmeden. Bir gün dayanamayıp Harun’a olan sevgisini dile getireceğinden korkuyor sanki. Böyle olunca da sürekli azarlıyor onu, hoş görmüyor. Harun dizide bir denge unsuru. Dizideki yoğunluktan dolayı seyirci üzerinde oluşan enerjiyi, senarist üzerinde bolca olduğu anlaşılan mizah birikimini boşaltıyor. Ayrıca Harun’un üstlendiği karakterin kalın çizgileri olan, her izleyicinin kolayca kendisinde de bulabileceği günlük heyecanlar, küçük yalanlar, masum hatalar, yersiz coşkular diziyi izlerken farkında olmadan ağzımıza attığımız büyük lokmaları çiğnemek için anlık duraksamalar, molalar koyuyor. Bütün koşuşturmaların, koca koca, stresli iş hayatının içinde günahıyla sevabıyla yolunu yürüyen, olmazsa olmaz olan insan öğesinin sembolü Harun. Diziyi gökyüzünden yeryüzüne indiriyor. Yapıcı bir bozgunculuk işlevi görüyor. Onun küçük kurnazlıklarla ört bas etmeye çalıştığı, saflığından beslenen müthiş bir kıyımsızlığı ve dürüstlüğü de var. İsyanını hep diri tutuyor. Ancak son kertede doğru karşısında boynunu eğmeyi de biliyor. Belki de Behzat’ı da en çok bu yönü ilgilendiriyordur.

          Akbaba asosyal bir kişiliktir. Hiç bir zaman çevresiyle yeterli bir etkileşim içinde olamaz. Hep bir şeylerden çekinen, insanlardan kaçan bir tavrı vardır. Ona iyi bir şeyler söylemeye çalışanları dahi çatık bir kaşla, kırışık alnıyla, şüpheyle dinler. Hatta söylenenler gereğinden fazla iyiyse sinkaflı bir küfürle diyalogu sonlandırır. Geçmişte yaşadığı, belki de izleyicinin hiçbir zaman tam manasıyla öğrenemeyeceği kötü deneyimlerin gölgesinde, esaretinde, kuşkucu, acılı bir hayatı vardır. Ülkemizin genel ortalamasının abartılı bir hali gibidir. Kalabalıklar, topluca yaşanan hoşnutluklar birer işkencedir onun için. Belki de dizide ki hayatta en fazla karşılığı olan tiplemedir. Uzun düz saçları, abartılı küpeleri ilk bakışta aykırılığının sembolleri gibi dursa da, içinde bir yerlerde sakladığı uzlaşma umudunun, toplumun genelince kirli sayılan ve böyle sanılsın diye bizzat Akbaba tarafından orta yere bırakılmış, tuzaklanmış bir takım emareler, işaretlerdir aslında.

          Hayalet adı gibi yaşayan bir adamdır. Pamuktan ayaklarıyla Ankara’yı yürür gibi değil de patenle kayar gibi dolaşır. Yeşil parkası hep sırtında. Elleri göğsüne yakın. Yoksul kenar semtleriyle o kadar uyumludur ki onu bir gecekondu yıkımında, dozerin önünde kollarını açmış dikilirken görseniz şaşırmazsınız. Ancak yoksulluğun, yoksunluğun içinde dönenip acılar devşirmekle uğraşmaz. Kılık değiştirmiş bir halde, acıların cellâdı gibi dolanan bir tavrı da vardır onun. Büyük işler başarmasına şaşılmayan ufak tefek adamlardandır. Kalenderdir. Hiçbir zaman hiçbir yerde göze batmayacak, ancak etrafımızda en çok gördüğümüz adamlardandır. Belki de etrafımızda hatta içimizde en çok dolaşan fakat bizim göremediğimiz adamlardandır. Bu adamlar belki bir gün bir araya gelip bir şey söyleyeceklerdir. Ama onlar birbirleriyle hiç konuşmazlar ki…

          Bu dizi bizleri yöneten büyüklerimize, devlet-i âliye de bazı mesajlar gönderiyor. Aslında mesaj da göndermiyor, olan biteni gördüğü gibi aktararak kendiliğinden bir mesaja dönüşüyor. Sevgi eksikliğimiz var diyor. Ayrıştık diyor. Üniforması değişince derin devlet sığlaşmıyor diyor. Gelecek kaygısı yaşıyoruz diyor. Bankalara mahkûm olduk diyor. Büyük sermaye ümüğümüzü sıktı diyor. Yüz yılda geçeceğimiz yolu on yılda geçemeyiz diyor. Biz olmadan önce birey olabilmek istiyoruz diyor. Hoşgörü diyor. Barış diyor. Birbirimize tahammülsüz olduk diyor. Özgüven eksikliğimiz giderek artıyor diyor. Eskiyi yıkacaksak yeniyi de birlikte kuralım diyor. Beni korkak yapma, içine sindir diyor. Korkan adam dönek olur diyor. Bazen de susuyor, var gerisini sen anla diyor.

          Behzat Ç. Bütün samimiyetiyle, bütün doğallığıyla, bu toplumu oluşturan, aynı kaderi paylaşan insanlarının tam da yollarını kaybetmek üzere oldukları noktadan ateşlenmiş bir işaret fişeği. Hayatın her alanında, iletişimin bütün mecralarında hatta kimilerince “aptal kutusu” olarak adlandırılan televizyonda bile gerçek hayatın bir akarsu gibi yolunu bulabileceğini gösterdi bize. Taşranın köyler ve kasabalardan ibaret olmadığını, şehir merkezlerinde de bir hayatın sürdüğünü hatırlattı. Konu Taşra olunca, köy – kasaba sarmalında sıkışıp hantallaşan aydıncıklara, Anadolu şehirlerinin kapısını araladı. Bu anlamda sanatsal olarak da en azından kendi dalında bir ilk, bir milat oldu. Dünyadaki bütün kıymetli, edebi eserlerin çok basit, gözümüzün önündeki gerçeklerden, gündelik yaşantılardan ve herkesin birer kahraman olduğu gerçeğinden el aldığını hatırlama imkânı verdi. Bu durumun televizyona bile taşınabileceği umudunu tazeledi. En önemlisi yapımcıları ve bütün emeği geçenler kendilerinden sonra gelecek görsel sanat emekçilerine, kameralarının İstanbul dışını da görüntüleyebilecek bir geniş açısı olduğunu öğrettiler. Hepsinin ömrüne bereket.

          Birde şu soru var aklımda; “acaba bu dizinin yapımcıları ne yaptıklarını tam olarak biliyorlar mı?” Tıpkı bu yazı gibi ne yaptıklarını tam olarak bilmemelerini tercih ederim. Yaptıkları işin en azından küçük bir kısmının, sadece içlerinden öyle geldiği için, yürekleri öyle buyurduğu için, hiçbir kaygıyı sırtına yük etmeden, kendiliğinden oluşmuş, yaşananın farz edilene galebe çaldığı bir er meydanından çıkmış olmasını isterim. Behzat Ç. Kendi alanında bir Baş Pehlivan. Paçayı kaptırmadıkça bu kispeti uzun yıllar giyer. Yalnız parayı bastırıp Ağalığı kapanlardan Tanrı onları korusun. Değilse yazık olur bu kadar iyi niyete.


Seyfi Gencer




Bu yazısından dolayı Sayın Seyfi Gencer'e teşekkür etmeyi borç bilmek lazım.

1 yorum:

Adsız dedi ki...

Keşke bitmese :(