22 Kasım 2009 Pazar

Bu Kalp Seni Hatırlar! - 22.11.2009


_
Popüler kültür bazen özgürleştiren, sorgulayan, protesto eden ve direnen özellikler gösterebilir. Burada “bazen” sözcüğü çok önemli ve 'Bu Kalp Seni Unutur Mu?' dizisi de işte bu 'bazen'e çok iyi bir örnek.
_
(Orhan Tekelioğlu Arşivinden)
_
Geçen haftanın en “parlamenter” dizisi Bu Kalp Seni Unutur Mu? olmalı. Meclisin “Kürt açılımı” toplantısında AKP’li Ömer Çelik ona laf atanlara laf yetiştirken, 12 Eylül’ün Diyarbakır hapishanesinde Kürtlere yaşatılanlara örnek olarak dizideki “görüntülere” göndermede bulunuyordu. Çok güçlü bir “irkilme” ya da hatırlama durumuyla karşı karşıyayız. O günleri, o vahşeti anlatan onlarca kitap raflarda olsa da, demek ki 12 Eylül “hakikatını” kitlelerin fark etmesi için “görülmesi” gerekiyormuş. “Hatırlama” ile “unutma” arasındaki ilişkiye ilk işaret eden kuramcılardan biri Freud olmuştu. O ünlü “kötü hatıralar kolayca unutulur” formülü aslında bir baskılama tekniğinden başka bir şey değildir. 12 Eylül’ün 80’li yıllarda doğanlara ne çağrıştırdığını bilemem ama, daha önce doğan ve akıl baliğ olan herkesin bir hatırlama/unutma ekseninde o yıllarla derdi olduğunu düşünüyorum. Diziyi izlerken neyi “unutmak istediğimi” o yıllarda TV’lerde gösterilen bir başka program, o programdaki gösterilmeyen şiddetin izleriyle tekrar hatırladım. Evet, hafızamda bir “ceset” gibi uyanan o program, psikolojik harbin “yılmaz savaşçısı” Ertürk Yöndem tarafından hazırlanan Perde Arkası’ydı. Hani o Doğu aksanlı itirafçıların, neden ve nasıl “bölücü” olduklarını başlarını öne eğerek anlatmak zorunda bırakıldıkları ve sonunda hep bir ağızdan “yaşasın vatan” diye bağırdıkları TRT programı. O “itirafın” nasıl alındığını anlamamak, o bakışlarda işkence izlerini “görmemek” için kör olmanız gerekirdi. Dizinin Diyarbakır hapishanesi koğuşunda olanları anlattığı bölümünlerde gösterilenler Perde Arkası’nın yanlışlanması gibiydi ve böylece bir hakikat bir başka hakikatla tersyüz oldu. Aynen dizideki Fransız gazeteci için yapılan “hazırlıklar” gibi, orada gizlenenleri yurtdışında yayınlanan çizimler alt ediyordu. Hedef sağaltımsa, görüntü görüntünün kurdudur ya da şifası. Ve ne acıdır, dizinin bize gösterdiği tek bir hakikat var. O da 12 Eylül ile halen hesaplaşamadığımız. Bu meseleye dönmeden önce biraz popüler kültürün ne olduğu üstüne düşünmek zorundayız.
_
Popüler kültür kötüdür?
Önce bir saptama yapmak durumundayız. Popüler kültürle Türk aydını arasında yıllardır süren bir küslük var. Bu “sevememe” durumunun bize özgü olduğu da iddia edilemez. Modernitenin başat şehir kültürü olarak çıktığı 18. yüzyıldan itibaren “popüler kültür” her zaman bir tartışma alanı oldu. Bu nedenle, genel olarak, popüler kültürün daha tanımlanma düzeyinde bile birbirine karşıt anlamlar içeren iki yüzü olduğundan söz edilir. Bazı kuramcılara göre popüler kültür, toplumsal ilişkileri değişime zorlayan, onlara kafa tutan, varolan ilişkileri değiştirebilecek bir güce sahiptir. Bu düşünce daha çok post-Marksçı İngiliz kuramcıları (örneğin, Stuart Hall) tarafından ileri sürüldü. Öte yandan Türkiye’de daha yaygın bilinen bir diğer kuramsal yaklaşım ise, popüler kültürü toplumsal ilişkileri olduğu gibi korumaya çalışan, çelişkileri ve çatışmaları gizleyen bir kültürel aktivite olarak görür. Bu yaklaşım, Marksçı kuramın ünlü Frankfurt Okulu ve onun kurucularından olan Adorno tarafından bizzat geliştirildi. Bu bağlamda bir başka ilginç gözlem ise Marksçı Frankfurt Okulu ile muhafazakâr sağın popüler kültüre ilişkin az rastlanır ve tuhaf ittifakıdır. Ne sağcı muhafazakârlar ne de Frankfurtçu Marksçılar popüler kültürden hoşlanır. Halbuki İngiliz Kültürel Çalışmalar ekolünün kuramcıları, popüler kültüre çok daha farklı yaklaşırlar. Örneğin Stuart Hall’a göre, popüler kültür bazen özgürleştiren, sorgulayan, protesto eden ve direnen özellikler gösterebilir. Burada “bazen” sözcüğü çok önemli, tabii ki “çoğu zaman” popüler kültür, varolan düzeni korumaktan, kollamaktan başka bir hedefe yönelmez. Ama, bazen! İşte Bu Kalp Seni Unutur Mu?, eksiği gediği de olsa, “bazen” nitelemesine haiz bir dizi. Unutmanın kolaycılığında kaybolan yığınları tekrar uyandırma işlevi gören bir işaret fişeği. Peki, hataları yok mu? Bir sürü, yazacağım da zaten. Yine de hataları diziyi asla önemsiz kılmıyor.
_
Esas ezilen soldu
Dizinin anlatısında birçok izleyiciyi rahatsız eden bir eşitsizlik durumu var ve bunun nedeni senaryo ekibine katkıda bulunan danışmanlar grubunun çok parçalı oluşundan kaynaklanıyor. Paralel anlatılar ekseninde kurulan senaryoda 12 Eylül darbesine maruz kalan üç grubun (“devrimciler”, “ülkücüler” ve “selametçiler”) darbeden sonra yaşadıkları, bu grubun mensupları bazen biraraya getirilerek (ülkücü mahkumun solcu koğuşunda kalması, yine aynı ülkücünün Erbakancı aileden bir kıza aşık olması gibi) anlatılıyor. Öykülerin iç içe geçmesi ilk başta parlak bir fikir gibi de gelse, hem dizinin senaryosunu aksatıyor hem de anlatıyı tartışmalı bir hale getiriyor. 12 Eylül’ün asıl derdinin devrimcileri ezmek olduğunu görmemezlikten gelmek çok ciddi bir hata. Devam edelim. Solu sadece bir küçük burjuva-öğrenci-gençlik hareketi olarak suçlayanların ekmeğine yağ sürercesine kaçaklar İstanbul’un en mutena semtlerindeki evlerde saklanıyor. Dahası, solcular arasında bir tane bile “işçi” yok! Liderleri alenen katledilmiş sendikal hareketten hiç söz edilmemesinin nedenleri ne olabilir? Yine, Diyarbakır cezaevindeki solcu koğuşundakilerin Kürtçe konuşmaları dışındaki hayatlarını bilmiyoruz. Ülkücülerde ise anlatı iyice tuhaflaşıyor, klişe klişeyi izliyor. Kahramanımızın adı “Kürşat”, ülkücü kızımız “Asena”, konuşmalarına bakarsak neredeyse solculara benzer bir “dil” kullanıyorlar. Abartı zirve yapıyor, kitaba, şiire hayran ülkücülerle tanışıyoruz! Danışmanları Fehmi Koru sağolsun, anlatının en mantıklı grubu “selametçiler”, durumu en iyi onlar tahlil ediyor, provokasyonu onlar hemen fark ediyor! Gelelim dizideki maddi hatalara. Jöleli saçlar, pimapenli pencereler, çuvala benzer kadın kıyafetleri. Devam edelim, solcu kaçağımızın en “devrimcisinden” bıyığı duruyor ama ülkücülerin bıyıklarının uçları kırpılmış oluyor. Dönemi hatırlatmak için kullanılan arşiv görüntülerdeki parkalardan (solcuların yeşil, Müslümanların kahverengi) dizinin kahramanları nedense giymiyor. “Siviller” koyu renkli Sümerbank elbiseleri yerine beyaz pardesüler giyiyorlar.
_
Yine de tarihi
Yukarıda yazdığım gibi, hatalar dizinin anlatısını zedelese de başarısını asla azaltmıyor. Bu Kalp Seni Unutur Mu?, şu ana kadar “gösterebildikleriyle” bile çoktan Türkiye televizyon tarihine geçti. Yaygın ve sistematik bir işkenceyle “düzeltilen” bir toplumda ruhların nasıl “çarpıldığını” görmeden anlayamayacakmışız zaten. Açık ve simgesel şiddetin insanları nasıl yıldırdığını anlamadan 80’li yılların dinamiğini asla çözümleyemeyiz. Türkiye’de solun neredeyse külliyen yok olmasında, 12 Eylül cuntasının nasıl bir rol oynadığını bize hatırlatan, hatta birçok genç için, ilk kez anlatan ve görselleştirenin bir popüler dizi olmasına hayıflanmayın. Popüler kültür “bazen” çok işe yarar. Ayrıca, son günlerde gazetelere yansıyan tepkileri dikkatle inceleyin, Bu Kalp Seni Unutur Mu? dizisinin kimleri, hangi mahfilleri rahatsız ettiğini hemen fark edeceksiniz. Hatırlamanın gücü, unutmaktan çok daha fazladır.
_
ORHAN TEKELİOĞLU: Bahçeşehir Üni.

Hiç yorum yok: