25 Mart 2012 Pazar

KALEMIMIN SAPINI GULLE DONATTIM - 28

          Babamdan yıldırım telgraf geldi. Çarşamba Lisesi'ne kabul olunmuşum! Acelem gel, diyor. Kısa sürdü Galatasaray'a geri dönüş sevincim. Sıramı Kefere Doğan'a terk ettim, arkadaşlarla pasajda kafayı çektik, bindirdiler beni Samsun otobüsüne soğuk bir mart gecesi.
          Bir pazartesi sabahı başladım, boyunbağı ve kasket zorunlu Çarşamba Lisesi'ne. Öcüler üstümü aradılar. Cebimden sigara çıktı. Şaşkın şaşkın baktılar. Çıkıcak tabii, sigara içicisiyim, bu öğrenci olmama engel değil ki. Dışarı uğradı gözleri öcülerin:
          - Ne bu?
          - Sigara.
          - Yasak olduğunu bilmiyor musun?
          - Ne yasak?
          - Aptal numarası yapma!
          - Sizsiniz aptal. Ben beş yıldır sigara içiyorum. Belki elli yıl daha içicem. Belki içmiyicem., buna büyüyünce karar verecem.
          Öcülerden biri bana vurmaya kalkıyor. Vurma, dayak, kötek görmemişiz biz. Bunlar çağdışı şeyler. Tutuyorum elini herifin, bir büküyorum liseye olan hıncımla, düşmese bileği kırılacak, düşmeyi yeğ tutuyor öcü. Vay efendim sayın Sosyal Bilimler öcüsüne nasıl el kaldırırmışım ben? Eli kaldıran ben değilim, öcü elini kaldırdı bana vurmak için, ben büktüm. Öpemediğin eli bükersin. Sayın Sosyal Bilimler öcüsünün hiç de sosyal olmayan, onun bunun cebini karıştırma dürtüsü ne peki? Benim cebim, benim elim için. Terzi ceketi dikerken öcünün el ölçüsünü alıp da mı dikti cebi? Eşşoğlueşekler! Okumuyorum işte sizin zift kokulu okullarınızda! Ayrıca, niçin zift sürüyorsunuz sınıfların zeminine?
          Bir hafta tard verdiler, haftaya pazartesi başlarsın, dediler. Olur, tard devamsızlıktan sayılmıyor. Bir hafta okuldan uzaklaştırılmak hiç de kötü bir şey değil aslında. Zaten gelmeye bayılmıyorum ki! Neyi, neden uzaklaştırıyorsunuz?
          Annem, babam Samsun'da oturuyorlar, babam her gün gidip geliyor Çarşamba Belediyesi'ne. Çarşamba'daki evde, emektar Cemile abla ve çocukları yaşıyor. Kocası Cemali Almanya'da işçi. Ben Çarşamba'da kalmak istedim, Cemile ablam bana bakar. Hem bu daha özgür bir yaşam.
          Özlediğim Çarşamba yemekleri yaptı bana Cemile ablam, fasulye kavurmalarına bibertuzu sürerek, sahanın dibine mısır ekmeği banarak, kırçan turşularıyla rakılar içtim ırmağa karşı. Gündüzleri Çarşamba pidesi, hafta sonu lepsi-pasta... Okuldan uzaklaştırılmış hafta çok güzel geçti.
          Devrisi pazartesi yeniden gittim liseye. Lisenin karşısındaki parkın büfecisine teslim ettim sigara paketimi. Zaten tenefüslerde bu parka gelinip içiliyor sigara.
          En ön sırada oturuyorum, Fenerbahçe Lisesi'nden benim gibi nakil gelmiş, Çarşamba eşrafından Hacı Gündoğdu'nun oğlu fırlama Kâşif'le.
          Mekteb-i Sultanî'den sonra Çarşamba Lisesi, garip bir tokat gibi patlar yüzümüzde. 21 Mayıs olaylarıyla Harbokulu'nda uzaklaştırılmış, sonra fark dersler vererek lise öğretmeni olmuş askerden bozma türkçesi bozuk edebiyatçılar, her gün yanlışını bulduğum fransızcacı, boş gezen Kimya derslerine gelen Kâşif'in eczacı ablası...
          Kimi tatlı öğretmenler de var, örneğin Resim ve Sanat Tarihi öğretmenimiz İhsan İncesu'yla, Tarihçi Nurhan Hoca'yla, Coğrafyacı güzel kadın Ayşe hanımla okul saatlerinin dışında evlerde oturuyoruz, Nâzım Hikmet konuşuyoruz. İhsan Hoca Akademili, her ceketinin yakasına mutlaka Güzel Sanatlar Akademisi'nin çok beğendiği rozetini takıyor. Bize Picasso'yu anlatıyor, Abidin Dino'yu anlatıyor. İhsan Hoca'nın adı komüniste çıkmış, Çarşamba'ya sürgün gelmiş.
          - Buradan da nereye sürerlerse oraya giderim arkadaş! diyor pervasızca, kimseden korkusu yok. Masal kahramanı gibi, ufak tefek, kara saçlı, kara kaşlı, kocaman gözlüklü, kapkara gözleri fıldır fıldır, deli gibi çalışkan bir adam.
          Öğrenciler de az acayip değil. Deli Dursun, Otobos Osman, Ahmet Çiçek, Alyanak Salih, Naif Zekâi, Komonis Yusuf, Atom Karınca Turgut, Mahcup Niyazi, Johnson Mustafa, Çıttık Mustafa ve daha bir sürü ağalı köylerin döllerini donlarına gömen çocukları. Kızlar azınlıktalar ve Çarşamba'nın içinden, Tüter'lerin kızı Edâ, Eşref Aka'nın kızı Rezzan, Alver'lerin kızı Deniz, bir de belediye elektrik santralının müdürü İbrahin Bey'in kızı Komonis Hidmet. Köylüler sabah akşam yürüyerek köye gidip geliyorlar, bellerinde tabancalar. Tabancalı olmak zorundalar, hepsinin kan davası var. Her gün cinayet işleniyor zaten köprünün üstünde. Köprüden yürürken biri öbürünün koluna giriyor. Koluna girilen anlıyor o an öleceğini, öbürü o sırada boşaltıyor zaten onun böğrüne tabancasında ne kadar kurşun varsa. Bi bokluk olur da, kola girenin tabancası tutukluk yaparsa, koluna girilen çekip tabancasını vuruyor öbürünü, ancak bu durumda daha da tehlikeye giriyor öldürenin hayatı, çünkü tutukluk yapan bir tabanca yüzünden 2-0 gibi gereksiz bir averaj yakalıyor kan davasında. Nedense genelde köprüde oluyor bu cinayetler ve polis bu işlere hiç karışmıyor. Kan davası cinayeti Çarşamba'da kanıksanmış, doğal bir durum. Kan davalısını bilemeyip ihtimal üzerine on iki kişiyi öldüren var, kamuoyu onu haklı buluyor:
          - E ne bilsin u çocuk hangisi öldüdü? En temizini yapmış da! deniliyor. Ve fakat o çocuk o gün on iki ayrı düşman edinmiş oluyor, çok uzun yaşamıyor yani. Kamuoyu, öldürüldüğünde de o çocuktan yana:
          - U, u işi yaparken öldürüleceğni biliğdi zaten! deniliyor. kahramanda defnediliyor. Hepsi kahraman zaten gencecik ölen bu insanların.
          Öldürüleceğini bile bile Çarşamba'nın ortasında, yumurta topuk ayakkabının topuğuna basarak, gerim gerim dolaşmak yiğitlik ister.
          Neredeyse tek tabancasız kovboy benim Çarşamba Lisesi'nde. Benim kimseyle RH pozitif kavgam yok, daha pozitif kavgalardayım kendi kendimle. Kâşif'in de tabancası yok elbette. Biz güle eğlene geçiyoruz, onların çok tedirgince dört bir yanı keserek geçtiği köprüyü.
          Bu saf ve inatçı bakışlı, çok küçükken yaşlanmış kocaman çocuklar, takım elbise, boyunbağı, sırmalı, ay yıldızlı nizâmi lâcivert kasket, bellerinde tabanca karlı dağlardan iniyorlar ovaya, okuyup adam olmak saplantısıyla.
          Nedir okutulan? Öğretilen nedir? Bu kadar genç adam, işi gücü bırakıp, kilometrelerce yol tepip bir hüznü kemiriyorlar, isli gaz lambalarıyla, mumlarla, sobasız kış gecelerinde. Venezuela'nın başkenti ve durmadan değişen nüfusunun on yıl önceki çok satır sayıları ve Pakistan'ın iç ticareti ve Akongagua dağlarının yüksekliği ve Pön savaşları ve örümceğin sindirim sistemi ve Alize yelleri ve Hunlular'ın çok eskiden yellenmeleri üstüne hüznü diziyorlardı ipe kocaman kestane gözleriyle, hiç kimseyi ilgilendirmezken Çarşamba'nın Sofualan Dağı'nın yüksekliği. Onlar da biliyorlardı bu okuduklarının pek bir işe yaramayacağını. Yalnızca üniversiteye girecek puanı tutturmak için gerekliydi bu bilgiler. Üniversiteye girebilmek için, ön eleme olarak okunuyordu lise, herkes bunun farkındaydı artık. Kandırmışlardı bizi ufakken. Çünkü çocukken "kaka" diye gösterilen rakı, o kadar da kaka değildi aslında.
          Çarşamba'ya bahar bir geliş geldi, otlar bir fışkırış fışkırdı. Karlı tepelerden indi, kabardı, köpürdü Yeşilırmak, bir gecede çiçek açtı elmalar, armutlar. Leylekler geldi, şişesiz bacalara kondular. Çıplak akasyaların ardı aydınlık, dupduru. Durup dururken bir kavun rengi gökyüzü, bunda bir iş var mutlak,. içim kavuniçi. Bahar boy atıyor ırmak boyunda. Her taraf nasıl bir yeşil, havalar nasıl güzel, ırmağa karşı geriniyoruz Kâşif'le. Sınıfın en iyi iki öğrecisiyiz. Hiç çalışmıyoruz, çalışılacak bir şey yok. Biraz ders dinledik her şeyi biliyoruz. Her şey iyice anlaşılsın diye saatlerce ve uzun uzun anlatılıyor; gene anlatılıyor, sınıfın geneli oldukça zor anlıyor. Bu durumda dikkatli ders dinleyince öğrenmemeye olanak yok Çarşamba Lisesi'nde.
          Âşksızlıktan cılızdır düşlerim. Gece gündüz birbirine bitişiyor. Bir liseyi tütetmektir gidiyor.Beklemenin kurgusu. Umut. Uçsuz gerilimi beklemenin. Fakat bu bahar çok orospu. Gece çökmese artık, herkesler yatmasa. Ellerim sigaramı bir isli yalnızlığa yakmasa. Yalnızlığı duymasa kulaklarım. Köpekler ulumasa. Bir yıkasam şu belleğimi, bu düşünmek olmasa. Yatınca uyuyabilsem, tavanlar konuşmasa... Vay orospu bahar vay, bunları da mı yapıcaktın bana? Ben tezelden âşık olsam iyi olacak! İçinde bir şeyler küf ve penisilin gibi. Günlerden pazartesi, Çarşamba'dayız. Çarşamba'nın ortasından bil bakalım ne akar? Dananın kuyruğuna işkence var gönlümde. Açılıp açılıp yeniden okunan mektuplar gibiyim. Derim bana dar geliyor. Çarşamba'nın baharı meğer ne yangın bir türkü.
          Kendime derhal bir sevgili bulmam gerekli. Şu kız kim Kâşif? Kaçıncı sınıfta? Adı neymiş? Nişanlı mı? Allahallah, niye? Şu kim peki? Örgülü şaçlı! Ortaokulda mı? Ortaokulda öyle memesi olur mu kızın? Adı ne? Kimin kızı? İstiklâl marşları sırasında okuldan kız kesiyorum. Okuldan bulacağım herhalde, başka nereden bulabilirim? Çarşamba'da kafe yok, bar yok, disko yok! Okul dışında benim bir kıza rastlama durumum yok. Öğretmen Güler'e bayılıyorum ya da sündürülmüş Madam Somerville kompleksi. Tam aynı durum değil aslında, lise ve bir ilkokul aynı bahçenin içinde, ben lise son öğrencisiyim, Güner o ilkokulda öğretmen, benim öğretmenim değil yani. Üstelik çok genç, fakat söz konusu değil aşkımız. O da Çarşambalı, çok bildiğimiz Keskin'in Makbule hanımın kızı. Birbirimize öyle sert sert bakıyoruz ilkokulla lisenin ortak bahçesinde...
          Bir kız bulup âşık olacağım, en salak halim gelip yüzüme yerleşecek, yaşamak bir başka heyecan ve boyut kazanacak. Kıza şiirler düzeceğim, o bana umut verecek, ya da bana öyle gelecek, orası önemli değil. Bir gün "gel!" diyeceğim, gelmeyecek, ben saldıracağım içkiye, onurunuza kavak ağaçları! Selamün-hello Çarşamba'nın baharı.
          Bizim sınıfta bir Nebahat var, o olur mu acaba? Zaten kesik atıyor bana. Canan da olabilir... O bana tav zaten... Lise birde sarı örgülü saçlı tatar burunlu, rus bakışlı kız da hiç fena değil, ona o osuruk nizamî lise şapkası bile yakışıyor... Hanife mi onun adı?
          Yalnız ve hızlı geçiyor Çarşamba'da günler. Fırtına gibi bir bahar indi ırmağın sağına soluna, dört bir yanımız alev alev yeşeriyor, deli gibi doğuruyor doğa, için petrol yeşili.


Kalemimin Sapını Gülle Donattım, 2001
Ferhan Şensoy - FerhAntoloji
Bilgi Yayınevi, 2. Basım 2011, S. 42-47

Hiç yorum yok: