22 Kasım 2009 Pazar

Mektup

imkansız şey
şiir yazmak,
aşıksan eğer;
ve yazmamak
aylardan nisansa.
-
kalbim bir etten organ sadece
kalbim yüreğim olur,
sen gelince.
-
gülüşünde bir mana var
saklayamazsın
sarılışında ne düşler
ne düşükler
sakınamazsın.
-
aynı yolları,
kimsesiz mekânları
birlikte özleme hasreti...
yalnızlığımın dert ortağı gastrit...
-
gülüşünde bir mana var
saklayamazsın.
-
bütün iç savaşlarda
rehin alındı bu yürek
kandıramazsın.
-
hangi çekilişin
büyük ikramiyesi bu,
en uzak sevişmelerin
yeni yetme utancı
lâkin aşk
biraz da utanmaktır yaşamaktan...
sakınamazsın...
yeni yetmelik işine gelince
o zaten hepimizin gizli öznesi
Türkçe'de var
bazı dillerde yok.
-
gülüşünde bir mana var
saklayamazsın
kime niyet, kime felâket bu aşk
anlayamazsın.
-
ödümüz patlıyor acı çekmekten
oysa biraz da acıdır
aşkın mayası...
kaçınamazsın.
-
gülüşündeki manayı
saklayamazsın
tutunacak verimiz yok
resmi tutanaklarda.
-
gülüşünde bin yıllık hasret var
saklayamazsın.
-
bu yazlık karşılaşmanın
alnımıza çakılıyor anafikri.
-
aşka cesaretimiz yoksa
başka zaman görüşürüz!
-
bu çarpan yürek kimin
sesleri soluklarımızın üstünde küt küt atan
----------------------senin mi, şehrin mi, akşamın mı
----------------------yoksa benimkisi mi?
-
sana bakmak
bir beyaz kâğıda bakmaktır.
-
sinemada elinin elimde terleyişinin bir anlamı olmalı, sesinin sesimde yankılanmasının. Sanki perdedekine üzülmüş ya da sevinmişsin de tesadüfen akmış yüzün içime... Yalan! Sen perdeye bakıyorsun, fikrin benim seyir defterimde...
-
çocuklukta büyüktüm, oyunlara girmedim.
o bahçelerde kaldı oynanmamış oyunlar.
ben şimdi anlıyorum oyunda çocukları;
ne zaman, nerede, baksam, beni de oynuyorlar.
-
sen bana bakma
ben senin baktığın yönde olurum.
-
anladım
kimseye acı vermeden büyünmüyor.
-
andırırsın beni bana, bana beni,
dediklerinde, duyduklarında,
yazdıklarımda seni bana, bana seni,
söylemesem bile, saklamadıklarımda.
ah hep aklımda, hep aklımda;
andırırsın seni sana, sana seni,
gözlerinde, kulaklarında, dudaklarında.
-
nelere
nelere baskın gelmez ki
seni düşünmenin tadı
nelere baskın gelmedi ki.
-
ağladığımı gör diye ağlamıyorum
ağladığım için ağladığımı görüyorsun.
-
adresler soruyorum
----------------kimseler oturmuyor
ve kimseler oturmuyor
----------------ben sordukça
-
seni , anlatabilmek seni,
iyi çocuklara, kahramanlara.
seni anlatabilmek seni
namussuza, haldan bilmez
kahpe yalana.
-
ard-arda kaç zemheri,
kurt uyur, kuş uyur, zindan uyurdu.
dışarıda gürül gürül akan bir dünya...
bir ben uyumadım.
kaç leylım bahar,
hasretinden prangalar eskittim.
saçlarına kan gülleri takayım
bir o yana,
bir bu yana...
-
seni, bağırabilsem seni,
dipsiz kuyulara,
akan yıldıza,
bir kibrit çöpüne varana,
okyanusun en ıssız dalgasına
düşmüş bir kibrit çöpüne.
-
yitirmiş tılsımını ilk sevmelerin,
yitirmiş öpücükleri,
payı yok, apansız inen akşamdan.
bir kadeh, bir cıgara, dalıp gidene.
-
seni, anlatabilsem seni...
yokluğun, cehennemin öbür adıdır
üşüyorum, kapama gözlerini.
-
sevdiğim insanlara
kızabilirdim,
eğer sevmek bana
mahzun durmayı
öğretmeseydi.
-
şarkılar bilirim çığ tutmuş
resimler, heykeller, destanlar
usta ellerin yapısı
kolsuz, yarı çıplak Venüs
Trans-nonain sokağı
Garcia Lorca'nın mezarı,
ve gözbebekleri Pierre Curie'nin
kar altındadır.
-
duvarları katı sabır taşından
kar altındadır varoşlar,
hasretim nazlıdır Ankara.
dumanlı havayı kurt sevsin
asfalttan yürüsün Aralık,
sevmem, netameli aydır.
bir başka ama bilemem
bir kaçıncı bahara kalmıştır vuslat
kalbim, bu zulümlü sevda,
kar altındadır.
-
Hatıp Çay'ın öte yüzü ılıman
bulvarlar çakırkeyf Yenişehir'de
Karanfil Sokağı'nda gün açmış
hikmetinden sual olunmaz değil
"mucip sebebin" bilirim
ve "kâfi delil" ortada...
-
sevgi ise, sevişeceğiz seninle.
kavga ise, dövüşeceğiz seninle.
ölümü de paylaştığımız yaşamda
ortaklaşa bölüşeceğiz seninle.
-
handan, hamamdan geçtik,
gün ışığındaki hissemize razıydık;
saadetinden geçtik,
ümidine razıydık;
kendimize hüzünler icadettik,
avunamadık;
yoksa biz,
biz bu dünyadan değil miydik?
-
maviye
maviye çalar gözlerin,
yangın mavisine
rüzgârda asi,
körsem,
senden gayrısına yoksam,
bozuksam,
can benim, düş benim,
ellere nesi?
hadi gel,
ay karanlık...
-
itten aç,
yılandan çıplak,
vurgun ve belâ
gelip durmuşssam kapına
var mı ki doymazlığım?
ille de ille
sevmelerim,
sevmelerim gibisi?
oturmuş yazıcılar
fermanım yazar
n'olur gel,
ay karanlık...
-
dört yanım puşt zulası,
dost yüzlü,
dost gülücüklü
cıgaramdan yanar,
alnım öperler,
suskun, hayın, çıyansı,
dört yanım puşt zulası,
dönerim, dönerim çıkmaz,
en leylım gecede ölesim tutmuş,
etme gel
ay karanlık...
-
nasıl hecelersen hecele
hep aynı biçimde yazılıyor
ayrılık...
-
seni düşlerime aldım,
uykusuz kaldım.
seni uykularıma aldım,
düşsüz kaldım.
başıma aldım, sensiz;
gönlüme aldım, başsız,
sensiz, yollarda pulsuz,
pullarda mektupsuz kaldım.
sana adlar aradım...
ardında adsız kaldım.
-
ben hep senin çağrını çaldım,
senden sessizlik yanıtı geldi.
gelecekten beklenen ses yerine,
geçmişin anısızlık anıtı geldi.
-
yalnızlık paylaşılmaz
paylaşılsa yalnızlık olmaz.
-
bir kenti tanır gibi tanıdım seni ancak
etine değdi etim /otuzaltı onda yedi/ çok değil
elini buldu elim /otuzaltı onda yedi/ çok değil
öptüm seni /otuzaltı onda yedi/ dudaklarından
bir kenti yaşar gibi yaşadım seni ancak
--------------------yaşamadım kendimi
-
ellerin ellerimdeydi, ellerin yoktu
gözlerin gözlerimdeydi, gözlerin yoktu
iki portre gibi yanyanaydık albümde
uykunda sevmiştin haberin yoktu
bir kaçağı tanır gibi tanıdım seni ancak
--------------------tanımadım kendimi
-
şarkılarda buldum seni /yitirdim
yılgılarda buldum seni /yitirdim
resimler bir türlü konuşmuyordu
fotoğraflar kaçıyordu ben yaklaştıkça
bir yalanı anlar gibi anladım seni ancak
--------------------anlamadım kendimi
-
sözün bitim yerini olay ya da konu seçmez, söz seçer.
başlangıcını da olduğu gibi.
-
birşey olmasaydı yazmak olmayacaktı
başka birşey de olmasaydı
silmek olmayacaktı.
-
adını anmak güzeldi,
dost ağızlarda sana dair cümlelerin ıslatılması…
adını anmak…
yüksek sesle, kimsesiz gecelerin düşsel avuntularına
sırt çevirip senden söz açmak…
biraz gülünç, biraz sitemkâr…
güzeldi…
adının Türkçe'deki yankısı özeldi…
-
ipe sapa konuşlanmaz bahanelerle elini tutmak,
yüzünde
yüzyıllık bir hasreti gidermek güzeldi…
-
güzeldi’li geçmiş zamanları düşünüyorum şimdi…
cümlelerimiz öznesiz…
umursayan yok, Kanlıca’daki yoğurdu…


ve eşikteki öpücük, tarih bilinci olmayan bir aşkın
mührüdür artık…
-
ben yoksam, biliyorum, ben sende yokuz..
sen yoksan, biliyorum, sen bende yokuz..
ve de gözlerimizde bir o ışık..
ki..
o yoksa, biliyorum, biz bizde yokuz.
-
ve kayığına bindi, yanına bir anlam aldı, açıldı...
-
akşamüstüne doğru, kış vakti;
bir hasta odasının penceresinde;
yalnız bende değil yalnızlık hali;
deniz de karanlık, gökyüzü de;
bir acaip, kuşların hali.
-
bakma fakirmişim, kimsesizmişim;
-akşamüstüne doğru, kış vakti-
benim de sevdalar geçti başımdan.
şöhretmiş, kadınmış, para hırsıymış;
zamanla anlıyor insan dünyayı.
-
ölürüz diye mi üzülüyoruz?
ne ettik, ne gördük şu fâni dünyada
kötülükten gayri?
-
ölünce kirlerimizden temizlenir,
ölünce biz de iyi adam oluruz;
şöhretmiş, kadınmış, para hırsıymış,
hepsini unuturuz.
-
ama yazmak lazımdı işte
yazmasak olmazdı çünkü!
-
azlığından değil sevdamızın
hakkını veremediğimizden
işte budur katlimize sebep suçumuz
-
vurulmuşum
düşüm, gecelerden kara
bir hayra yoranım çıkmaz
canım alırlar ecelsiz
sığdıramam kitaplara
şifre buyurmuş bir paşa
vurulmuşum hiç sorgusuz, yargısız
-
kirvem hallarımı aynı böyle yaz
rivayet sanılır belki
gül memeler değil
dom dom kurşunu
paramparça ağzımdaki...
-
20 Nisan 2003

Bu Kalp Seni Hatırlar! - 22.11.2009


_
Popüler kültür bazen özgürleştiren, sorgulayan, protesto eden ve direnen özellikler gösterebilir. Burada “bazen” sözcüğü çok önemli ve 'Bu Kalp Seni Unutur Mu?' dizisi de işte bu 'bazen'e çok iyi bir örnek.
_
(Orhan Tekelioğlu Arşivinden)
_
Geçen haftanın en “parlamenter” dizisi Bu Kalp Seni Unutur Mu? olmalı. Meclisin “Kürt açılımı” toplantısında AKP’li Ömer Çelik ona laf atanlara laf yetiştirken, 12 Eylül’ün Diyarbakır hapishanesinde Kürtlere yaşatılanlara örnek olarak dizideki “görüntülere” göndermede bulunuyordu. Çok güçlü bir “irkilme” ya da hatırlama durumuyla karşı karşıyayız. O günleri, o vahşeti anlatan onlarca kitap raflarda olsa da, demek ki 12 Eylül “hakikatını” kitlelerin fark etmesi için “görülmesi” gerekiyormuş. “Hatırlama” ile “unutma” arasındaki ilişkiye ilk işaret eden kuramcılardan biri Freud olmuştu. O ünlü “kötü hatıralar kolayca unutulur” formülü aslında bir baskılama tekniğinden başka bir şey değildir. 12 Eylül’ün 80’li yıllarda doğanlara ne çağrıştırdığını bilemem ama, daha önce doğan ve akıl baliğ olan herkesin bir hatırlama/unutma ekseninde o yıllarla derdi olduğunu düşünüyorum. Diziyi izlerken neyi “unutmak istediğimi” o yıllarda TV’lerde gösterilen bir başka program, o programdaki gösterilmeyen şiddetin izleriyle tekrar hatırladım. Evet, hafızamda bir “ceset” gibi uyanan o program, psikolojik harbin “yılmaz savaşçısı” Ertürk Yöndem tarafından hazırlanan Perde Arkası’ydı. Hani o Doğu aksanlı itirafçıların, neden ve nasıl “bölücü” olduklarını başlarını öne eğerek anlatmak zorunda bırakıldıkları ve sonunda hep bir ağızdan “yaşasın vatan” diye bağırdıkları TRT programı. O “itirafın” nasıl alındığını anlamamak, o bakışlarda işkence izlerini “görmemek” için kör olmanız gerekirdi. Dizinin Diyarbakır hapishanesi koğuşunda olanları anlattığı bölümünlerde gösterilenler Perde Arkası’nın yanlışlanması gibiydi ve böylece bir hakikat bir başka hakikatla tersyüz oldu. Aynen dizideki Fransız gazeteci için yapılan “hazırlıklar” gibi, orada gizlenenleri yurtdışında yayınlanan çizimler alt ediyordu. Hedef sağaltımsa, görüntü görüntünün kurdudur ya da şifası. Ve ne acıdır, dizinin bize gösterdiği tek bir hakikat var. O da 12 Eylül ile halen hesaplaşamadığımız. Bu meseleye dönmeden önce biraz popüler kültürün ne olduğu üstüne düşünmek zorundayız.
_
Popüler kültür kötüdür?
Önce bir saptama yapmak durumundayız. Popüler kültürle Türk aydını arasında yıllardır süren bir küslük var. Bu “sevememe” durumunun bize özgü olduğu da iddia edilemez. Modernitenin başat şehir kültürü olarak çıktığı 18. yüzyıldan itibaren “popüler kültür” her zaman bir tartışma alanı oldu. Bu nedenle, genel olarak, popüler kültürün daha tanımlanma düzeyinde bile birbirine karşıt anlamlar içeren iki yüzü olduğundan söz edilir. Bazı kuramcılara göre popüler kültür, toplumsal ilişkileri değişime zorlayan, onlara kafa tutan, varolan ilişkileri değiştirebilecek bir güce sahiptir. Bu düşünce daha çok post-Marksçı İngiliz kuramcıları (örneğin, Stuart Hall) tarafından ileri sürüldü. Öte yandan Türkiye’de daha yaygın bilinen bir diğer kuramsal yaklaşım ise, popüler kültürü toplumsal ilişkileri olduğu gibi korumaya çalışan, çelişkileri ve çatışmaları gizleyen bir kültürel aktivite olarak görür. Bu yaklaşım, Marksçı kuramın ünlü Frankfurt Okulu ve onun kurucularından olan Adorno tarafından bizzat geliştirildi. Bu bağlamda bir başka ilginç gözlem ise Marksçı Frankfurt Okulu ile muhafazakâr sağın popüler kültüre ilişkin az rastlanır ve tuhaf ittifakıdır. Ne sağcı muhafazakârlar ne de Frankfurtçu Marksçılar popüler kültürden hoşlanır. Halbuki İngiliz Kültürel Çalışmalar ekolünün kuramcıları, popüler kültüre çok daha farklı yaklaşırlar. Örneğin Stuart Hall’a göre, popüler kültür bazen özgürleştiren, sorgulayan, protesto eden ve direnen özellikler gösterebilir. Burada “bazen” sözcüğü çok önemli, tabii ki “çoğu zaman” popüler kültür, varolan düzeni korumaktan, kollamaktan başka bir hedefe yönelmez. Ama, bazen! İşte Bu Kalp Seni Unutur Mu?, eksiği gediği de olsa, “bazen” nitelemesine haiz bir dizi. Unutmanın kolaycılığında kaybolan yığınları tekrar uyandırma işlevi gören bir işaret fişeği. Peki, hataları yok mu? Bir sürü, yazacağım da zaten. Yine de hataları diziyi asla önemsiz kılmıyor.
_
Esas ezilen soldu
Dizinin anlatısında birçok izleyiciyi rahatsız eden bir eşitsizlik durumu var ve bunun nedeni senaryo ekibine katkıda bulunan danışmanlar grubunun çok parçalı oluşundan kaynaklanıyor. Paralel anlatılar ekseninde kurulan senaryoda 12 Eylül darbesine maruz kalan üç grubun (“devrimciler”, “ülkücüler” ve “selametçiler”) darbeden sonra yaşadıkları, bu grubun mensupları bazen biraraya getirilerek (ülkücü mahkumun solcu koğuşunda kalması, yine aynı ülkücünün Erbakancı aileden bir kıza aşık olması gibi) anlatılıyor. Öykülerin iç içe geçmesi ilk başta parlak bir fikir gibi de gelse, hem dizinin senaryosunu aksatıyor hem de anlatıyı tartışmalı bir hale getiriyor. 12 Eylül’ün asıl derdinin devrimcileri ezmek olduğunu görmemezlikten gelmek çok ciddi bir hata. Devam edelim. Solu sadece bir küçük burjuva-öğrenci-gençlik hareketi olarak suçlayanların ekmeğine yağ sürercesine kaçaklar İstanbul’un en mutena semtlerindeki evlerde saklanıyor. Dahası, solcular arasında bir tane bile “işçi” yok! Liderleri alenen katledilmiş sendikal hareketten hiç söz edilmemesinin nedenleri ne olabilir? Yine, Diyarbakır cezaevindeki solcu koğuşundakilerin Kürtçe konuşmaları dışındaki hayatlarını bilmiyoruz. Ülkücülerde ise anlatı iyice tuhaflaşıyor, klişe klişeyi izliyor. Kahramanımızın adı “Kürşat”, ülkücü kızımız “Asena”, konuşmalarına bakarsak neredeyse solculara benzer bir “dil” kullanıyorlar. Abartı zirve yapıyor, kitaba, şiire hayran ülkücülerle tanışıyoruz! Danışmanları Fehmi Koru sağolsun, anlatının en mantıklı grubu “selametçiler”, durumu en iyi onlar tahlil ediyor, provokasyonu onlar hemen fark ediyor! Gelelim dizideki maddi hatalara. Jöleli saçlar, pimapenli pencereler, çuvala benzer kadın kıyafetleri. Devam edelim, solcu kaçağımızın en “devrimcisinden” bıyığı duruyor ama ülkücülerin bıyıklarının uçları kırpılmış oluyor. Dönemi hatırlatmak için kullanılan arşiv görüntülerdeki parkalardan (solcuların yeşil, Müslümanların kahverengi) dizinin kahramanları nedense giymiyor. “Siviller” koyu renkli Sümerbank elbiseleri yerine beyaz pardesüler giyiyorlar.
_
Yine de tarihi
Yukarıda yazdığım gibi, hatalar dizinin anlatısını zedelese de başarısını asla azaltmıyor. Bu Kalp Seni Unutur Mu?, şu ana kadar “gösterebildikleriyle” bile çoktan Türkiye televizyon tarihine geçti. Yaygın ve sistematik bir işkenceyle “düzeltilen” bir toplumda ruhların nasıl “çarpıldığını” görmeden anlayamayacakmışız zaten. Açık ve simgesel şiddetin insanları nasıl yıldırdığını anlamadan 80’li yılların dinamiğini asla çözümleyemeyiz. Türkiye’de solun neredeyse külliyen yok olmasında, 12 Eylül cuntasının nasıl bir rol oynadığını bize hatırlatan, hatta birçok genç için, ilk kez anlatan ve görselleştirenin bir popüler dizi olmasına hayıflanmayın. Popüler kültür “bazen” çok işe yarar. Ayrıca, son günlerde gazetelere yansıyan tepkileri dikkatle inceleyin, Bu Kalp Seni Unutur Mu? dizisinin kimleri, hangi mahfilleri rahatsız ettiğini hemen fark edeceksiniz. Hatırlamanın gücü, unutmaktan çok daha fazladır.
_
ORHAN TEKELİOĞLU: Bahçeşehir Üni.

Monte Kristo Kontu'nu Mafyalaştırmak - 11.10.2009





_
Aynı gece gösterilen 'Ezel' ve 'Kül ve Ateş' dizilerinin geçmişten gelip birdenbire ortaya çıkan erkekleri izleyicilere neden tanıdık geliyor?
_
(Orhan Tekelioğlu Arşivinden)
_
Sürekli izlemek gerektiğinden ben dizi izlemeyi sevmeyenlerdenim. İyi ki dizi siteleri var da, bir nedenle bakmam gerektiğinde, daha önceki bölümleri, hem de reklamsız haliyle kolayca bulup izleyebiliyorum. Pazartesi gecesi gösterilen ve bu sezon başlayan iki dizinin ilk bölümlerine (Ezel ve Kül ve Ateş) baktığımda eski Yeşilçam’ın tipik anlatılarından (kader kurbanının geriye dönmesi, öcünü alması) biriyle karşılaştım. Dünya sinemasının ve daha da öncesi dünya edebiyatının pek sevdiği bu anlatının ilk kurgulayıcılarından biri, Alexander Dumas olmalı. Evet, aklımda Monte Kristo Kontu romanı var ve bu anlatı popüler kültürün kitlesel araçlarında, Türkiye toplumunda kolayca kabul gören “kader kurbanları” efsanesi ile birleştiriliyor yıllardır. Ne olacak, bunda ne var derseniz, ben de size Monte Kristo Kontu anlatısının bir 150 yıl kadar öncesi erken modernite toplumunda geçtiğini hatırlatmakla işe başlarım. Hukuk sistemindeki eksik soruşturma ve daha da önemlisi “muktedirlerin” sistemi maniple etmesi sonucunda “masum” kişilerin hiç de hak etmedikleri cezalara maruz kalması öyküsünün mümkün olması için tek şeye ihtiyaç vardır: Hukuk sistemi ve ön soruşturma teknikleri ya yeterince gelişmemiş ya da sistem çürümüştür. Batı demokrasilerinde hukuk sisteminin halen böyle olduğunu düşünenlerden tek tük kalmış olsa da Batılı ülkelerdeki ezici çoğunluğun hukuki sisteme olan inancı ve verilen hükümlere olan güveni ortadadır. Monte Kristo Kontu’nun işaret ettiği toplum ve iktidar ilişkileriyle demokratik, insan haklarına saygılı ve hukuk sistemine değer veren bir toplumun alakası olamaz. Peki, o halde 2009 model Türk dizilerinde neden böylesi anlatılar revaçta, dizide tasvir edilen cinsten, tarihin derinliklerinden gelen, aniden peydah olan bu “esrarengiz erkekler” neden izleyiciye bu kadar tanıdık geliyor? Dizilerin sitelerine, forum alanlarına bakınca iş daha da tuhaflaşıyor. Soruyorlar: Acaba Ezel “cezayı” hemen mi kesecek, yoksa daha sonraya mı erteleyecek?
_
Başkaldırı
Durumu özetleyecek olursak, aynı gecede gösterilen iki dizideki benzerliklerin ardında ortak bir mantık silsilesi, bu ülkede oldum olası “gadre uğramanın”, “kaderin sillesini yemenin”, hakkın hukukun asla geçerli olmadığının açıkça tescili var. Hikâyenin buraya kadar olan bölümü bir tür “kötü kadere” işaret ediyor ki, bu tip anlatılar tüm modernite öncesi toplumlardaki inanç sistemlerinde vardır. Fakat Monte Kristo Kontu’nu modern yapan anlatının bundan sonraki gelişimidir: “Kader mahkumu” kaderine rıza göstermez, ona karşı bireysel bir başkaldırıyı göze alır, hapisten kaçar, kaçarken yardımcı olduğu ortağının hazinesinin de yardımıyla yıllar sonra yeni bir kimlikle, zengin bir aristokrat olarak geri döner. Ancak daha sonra ona kötülük yapanlardan öcünü alacak, mutluluğa erecektir. İlk bakışta sözünü ettiğim dizilerin anlatılarıyla Monte Kristo karakteri arasındaki benzerlikleri fark etmemek elde değil. Çok da heveslenmeyin, ayrıntılarda iş çatallanıyor. Öncelikle, Kont’un hikâyesinde detaylı olarak anlatılan geri dönüşten önceki “karanlık yıllara” ait ayrıntılara bizim dizilerde pek yüz verilmiyor, parça parça verilen detaylarda ise “mafyatik” ilişkiler hemen göze çarpıyor. Zaten her iki dizinin “sırlarla dolu” erkeklerinin yanında, onlara korumalık yapan ‘mafioso’ “ağır abiler” var. Kazık atanlar ise, Monte Kristo’nunki gibi hukuk sistemini temsil eden kişiler değil, yakın arkadaşlar ve daha da önemlisi, sevilen, âşık olunan kadınlar! Özellikle Ezel’de kadının neredeyse “şeytanileştiğini”, “recmi” hak ettiğini söylemek abartı olmaz. Söylenmeye çalışılan aslında şu: Masum olan, “saf” olan aslında erkektir. Peki öbür “kötü erkekler” ne olacak, arkadaşlığa ihanet edenler, sevgiliye göz koyanlar? Onlar için söylenen ise “kalleşlik” oluyor, argo sözlüklerine bakarsanız, bir başka “feminen” sıfat. Sözüne güvenilmeyen, arkadan vuran “kadınlaşmış erkekler”. Bu iki dizinin geleneksel, modernite öncesi değerlere yaslanan bir “erkekliği” ve hukuksuz bir “hak arayışı anlayışını” kutsadığı o kadar açık ki. Ne kadar ilginç değil mi, orta sınıfa mensup bir senaristler ekibi, farkında olmadan (belki de “bilinçdışılarının” yardımıyla) muhafazakârın muhafazakârı bir anlatıyı kurguluyorlar. Böylece, mafya “halk çocuklarının” ocağı, hapis “kader mahkumlarının” evi, ceza eninde sonunda “hak edenin” ödeyeceği diyete dönüşüyor. İyi de, hani nerede, Monta Kristo’nun bireyselleşmesi, kendini yetiştirmesi, düşmanları “ayarına” gelmesi? Çünkü Kont’un hikâyesinde öğrenilen diller, bilgiler var, Monte Kristo geldiği dünyada asla “sırıtmıyor”, aksine kolayca bir aristokrat olarak kabul ediliyor, düşmanları tarafından bile arkadaş edinilmeye çalışılıyor. Hâlbuki bir bakın örneğin Kül ve Ateş’in Ömer’ine, oteli var ama oteli yönetecek bir bilgi birikimine sahip değil, yanındaki korumaya “personel müdürlüğünü” hediye edebiliyor. Kılığı kıyafeti en sıradanından (Nerede Kurtlar Vadisi’nin afili abileri? Hoş, onlar İstanbul işi mafyözler, Ömer ise bir taşralı, Antakyalı bir “ağır abi”), düşüncelerinde en ufak bir entelektüel pırıltı yok, sadece yeri geldiğinde sûfiyâne sözler sarf ediyor. Zaten popüler kültürün harcamaya en meyyal olduğu konuların başında sûfizm geliyor. Bir yanda semazenler yerli yersiz sema dönüyor, öte yanda her önüne gelen postnişin gibi sürekli olarak “derûnî” sözler serd ediyor. Bu noktada, Monte Kristo Kontu’nun anlatısı ile ikinci fark şekilleniyor. Türkiye’de sınıf atlamak için eğitime, bilgiye, dil bilmeye falan gerek yok. Öncelikle cebinde paran, altında en pahalısından bir dörtçekerin, yanında “sosyetik” bir güzel, gözlerde “anlaşılmaz” bakışlar ve en önemlisi içinde “hırs” olsun yeter. Bir tür “yetişkin eğitimi” gibi bu diziler aslında. Sosyolojik olarak zayıf bir gruba mı mensupsun, dert etme aslanım! Sen de “kaderin sillesini” yemişsin, tamam, önce benzerlerini bul, önce başındaki lidere biat et, sıranı bekle, sonunda, liderin sana “el verir”, sen de yukarı çıkarsın. Anladık senin de “hakkın” yenmiş, “öcün” var, biraz bekle, öcünü sonunda alacaksın. Bu sıralar, milletimizin en beğendiği slogan bu zaten. Öç, soğuk servis edilen bir yemekmiş!Uzunca bir süredir, TV’lerin yeni muhafazakârlığın asıl kaynakları olduğunu yazıyorum ve yeni orta sınıfa mensup, iyi eğitimli, çok daha farklı anlatılar kurgulayabilecek yetenekteki senaristlerin işlerine bakınca, haklı çıkmaktan hiç mutlu değilim. Bu arkadaşların kafasının, canlı yayınlanan şarkıcılı-türkücülü şovların sahiplerinden bir nebze farklı olmasını beklemek çok mu?
_
ORHAN TEKELİOĞLU: Bahçeşehir Üni.

12 Ekim 2009 Pazartesi

BİR KÜVET HİKÂYESİ - NAZIM HİKMET RAN


1
Süleyman’a karısı telefon etti :
— Konuşan ben,
ben, Fahire.
Tanımadın mı sesimden?
Demek çok bağırdım birdenbire.
Çığlık mı?
Belki…
Hayır,
çocuklar hasta değil.
Dinle beni :
İşini bırak da gel,
çabuk ol ama.
Telefonda anlatamam,
olmaz.
Daha kıyamet kadar vakit var akşama.
Saatler, saatler,
kıyamet kadar.
Sorma.

Dinle beni…
Hemen vapur bulamazsan
Üsküdar’a kayıkla geç.
Bir taksiye atla.
Paran yoksa
patrondan avans al.
Yolda hiçbir şey düşünme,
mümkün mertebe yalansız gelmeye çalış.
Yalan kuvvetliye söylenir
ben kuvvetsizim.
Alay etme kuzum.
Evet kar yağacak,
evet
hava güzel.
Koynuna girdiğim adam gibi
kocam gibi değil,
büyüğüm, akıllım,
babam gibi gel…



2
Geldi Süleyman,
Fahire, kocası Süleyman’a sordu :
— Doğru mu?
— Evet.
— Teşekkür ederim Süleyman.
Bak işte rahatladım.
Bak işte ağlamıyorum artık.
Nerde buluşuyordunuz?
— Bir otelde.
— Beyoğlu tarafında mı?
— Evet.
— Kaç defa?
— Ya üç, ya dört.
— Üç mü, dört mü?
— Bilmiyorum.
— Bunu hatırlamak bu kadar mı güç Süleyman?
— Bilmiyorum.
— Demek ki bir otel odasında.
Kim bilir çarşaflar nasıl kirliydi.
Bir İngiliz romanında okudum,
bu işlere yarayan otellerde
kırık küvetler varmış.
Sizinkinde de var mıydı Süleyman?
— Bilmiyorum.
— Hele düşün,
toz pembe çiçekli, kırık bir küvet?
— Evet.
— Hiç hediye verdin mi?
— Hayır.
— Çukulata, filân?
— Bir defa.
— Çok mu seviyordun?
— Sevmek mi?
Hayır…
— Başkaları da var mı Süleyman?
— Yok.
— Olmadı mı?
— Hayır.
— Bunu sevdin demek…
Başkaları da olsaydı
daha rahat ederdim…
Çok mu güzel yatıyordu?
— Hayır.
— Doğru söyle, bak ne kadar cesurum…
— Doğru söylüyorum…
— Zaten gösterdiler bana.
İnek gibi karı.
Belimden kalın bacakları…
Fakat zevk meselesi bu…
Bir sual daha, Süleyman :
Niçin?
— Bilmiyorum…

Karanlıkta pencerenin hizasında
karlı, ağır bir çam dalı.
Bir hayli zaman oldu
sofada asma saat on ikiyi çalalı.



3
Süleyman’ın karısı Fahire
şunları anlattı kocasına ertesi gün :
— … Dayanılmaz bir acı halindeydi
kendime karşı duyduğum merhamet,
ölmeye karar verdimdi, Süleyman…
Annem, çocuklarım ve en önde sen
bulacaktınız karda ayak izlerimi.
Bekçi, polisler, bir tahta merdiven
ve bir kadın ölüsü çıkaracaktınız
arka arsada bostan kuyusundan.
Kolay mı?
Gece bostan kuyusuna doğru yürümek,
sonra kenarına çıkıp durarak
baş aşağı atlamak karanlığına?

Fakat bulmadınızsa eğer
karda ayak izlerimi
sade korktuğumdan değil.
Bekçi, merdiven, polisler,
dedikodu, kepazelik,
aldatılmış bir zevcenin intiharı :
komik.
Niçin öldüğümü anlatmak müşkül.
Kime? Herkese, sana meselâ.
İnsan, ölmeye karar verirken bile
insanları düşünüyor…

Sen yatakta uyuyordun
yüzün rahat,
her zaman nasıl uyursan
ondan evvel ve o varken.

Dışarıda kar yağmaya başladı.
Bir tek gecelikle çıkmak balkona :
Zatürree ertesi gün,
nümayişsiz ölüvermek.
Hayır,
hiç aklıma gelmedi nezle olmak ihtimali.

Yaktım sobamızı.
İyice ısınmak lâzım ilkönce.
Ciğer bir çay bardağı gibi çatlarmış.
Pencereye, kara bakıyorum :
«Eşini gaip eyleyen bir kuş
gibi kar
geçen eyyamı nev baharı arar…»
Babam bu şiiri çok severdi.
Sen beğenmezsin.
«Sağdan sola, soldan sağa lerzânı girizan…»

Lambayı söndürmeden balkona çıktım.
« … gibi kar
düşer düşer ağlar…»
Oturdum balkonda iskemleye.
Havada çıt yok.
Karanlık bembeyaz.
Uykudayım sanki.
Sanki çok sevdiğim bir insan
korkarak beni uyandırmaktan
yumuşacık dolaşıyor etrafımda.
Üşümüyordum.
Kederim duruluyor
berraklaşıyor.
Odanın camlı kapısından balkona vuran ışık
sıcak bir kumaş gibiydi üstünde dizlerimin.
Ben rehavetli bir mahzunluk içinde
acayip şeyler düşünüyordum :
Feneryolu’ndaki çınar
150 yaşındaymış.
Ömrü bir gün süren böcekler.
Gün gelecek
insanlar çok uzun
çok bahtiyar yaşayacaklar.
İnsanın yüreği ve kafası var…
İnsanın elleri…
İnsan?
Ne zamanki,
neredeki,
hangi sınıftan?
Onların insanları,
bizim insanlarımız.
Ve her şeye rağmen
yeni bir dünya için yapılan kavga.
Sonra sen
ben
bir kırık küvet
ve benim
kendime karşı duyduğum merhamet…

Kar durdu.
Sökmek üzre şafak.
Utanarak
odaya döndüm.
O anda uyansaydın
sarılıp boynuna…
Uyanmadın.
Evet,
çok şükür nezle bile değilim.

Şimdi?
Zaman zaman hatırlayıp
zaman zaman unutacağım.
Yine yan yana yaşayacağız
beni sevdiğine emin olarak.



4
Altı ay kadar geçti aradan.
Bir gece karı koca denizden dönüyorlardı.
Gökte yıldızlar, ağaçlarda yaz meyveleri vardı.
Fahire birdenbire durdu
baktı muhabbetle kocasının gözlerine
ve suratına tükürür gibi bir tokat vurdu.



16.8.1940

20 Temmuz 2009 Pazartesi

BU ŞARKILAR SENİN İÇİN

Sabri ŞalcıavHÜZÜN

Sigara dumanının dalga dalga yayılan perdeleri arasında, sonbaharın o kasvetli halini seyre dalmış, düşünceler içinde iken odamın kapısı çalındı. Geçen yıl Anadolu Lisesini kazanan on üç öğrencim içeri girdi. Onların kuş cıvıltıları misali sesleri ile sanki ortalık günlük güneşlik olmuştu. Hal hatırdan sonra öğrencilerden bir tanesi söze girdi. “Öğretmenimizin mezarına bu sene gene bizi götürecek misiniz?”
Bu söz bir an beni, hatıralarla dopdolu geçmiş günlere götürdü. Öğrencilerle sohbeti tamamladıktan sonra önüme aldığım kâğıda farkında olmadan karaladığım şeyler, benim için en değerli ve en hüzünlü hatıranın metni olmuştu. Bu hatırayı kendime saklamak büyük bir bencillik olurdu, onun için bütün camiayla paylaşmak istedim.
Yıl 1991, okulumuz bu öğretim yılı hizmete girdi, çoğu arkadaşımız köylerden geldi. Yapılan ilk toplantımızda, okulun kısa zamanda diğer okullar seviyesine çıkarılması için and içtik. Herkes üzerine düşeni son zerresine kadar yapacak, okulun noksanlarını her yönden tamamlanacaktı. Bu arkadaşlar arasında rahmetli Sabri Bey’de vardı. Sabri Bey’i daha evvelde tanırdım, sakin, efendi, insancıl bir kişiliğe sahipti. Köyden idari bir soruşturmayla gelmişti, duyguları son derece karışık, mesleğe küsmüştü. İleriki günlerde okulumuzdaki tesanüt ve iyi ilişkiler onu etkilemiş, gücünün üstündü bir çalışma temposuna girmişti. Aldığı sınıfta her gün hissedilir değişiklikler oluyordu. Velilerde bunu fark etmişler her gün akın akın okula geliyorlardı. Kendine göre bir program yapmış, her akşam bir velinin evine oturmaya gidiyor, öğrencinin aile yapısını, evdeki davranışlarını yakından inceliyordu. Hatta bir gün velilerden birisi ile bir sınır yüzünden kavgalı olduğunu, buna rağmen öğrencisi için gideceğini söyledi. Nitekim gitmişti de, ertesi gün ailenin ziyaretinden son derece memnun olduğunu büyük bir iştiyakle bana anlatmıştı. Öğrencilerine karşı aşırı ilgisi okulun bütünlüğüne verdiği önem, onu bütün öğretmenlerin gıpta ettiği birisi yapmıştı. Emekliliği geldiği halde mesleğe yeni başlamış gibiydi. Bir gün otururken, emekli olunca eğer kabul ederseniz, okul öğrencilerine hiçbir karşılık beklemeden rehberlik yapmak istiyorum dedi. Sözlerinin devamında, gençlik yıllarında neden böyle bir okulda, böyle bir arkadaş grubu ile görev yapmadığının pişmanlığını ve talihsizliğini belirtti. Okulumuza ikinci sene bir öğretmen tayin oldu, sınıfı olmadığı için ücret alamıyordu. Bir toplantıda, mademki bu arkadaşımız bizim öğretmenimiz, ücretini her ay aramızda toplayıp ödeyelim teklifini getirdi. Bu teklifi çok içten yaptığını biliyordum. Çünkü okulun birliği için yapamayacağı şey yoktu. Sosyal faaliyetlere yatkınlığı, Eğitim-Öğretim faaliyetlerinde zirveyi zorlaması, o sene kendisine bir teşekkür aldırmıştı. Teşekkürnameyi kendisine uzattığımda adeta inanamadı, gözyaşlarını tutamayarak ağlamaya başladı. Meslek hayatımda aldığım ilk ödül, karşılığını vermeliyim diyerek, tempoyu biraz daha artırdı. O günden sonra kendisini merakla ve heyecanla izlemeye başladım. 24 yıllık öğretmenim; bu tempoda çalışan, hem Eğitim-Öğretim, hem de sosyal alanda bütün vasıfları üzerinde toplayan, öğrencilerini bir motif gibi işleyen ikinci bir öğretmen tanımadım.
Okullar tatil oldu, bir akşam kulüpte otururken, Sabri Bey’in motosikletle kaza yaptığı haberini aldım. O anda içimden bir şeylerin koptuğunu hissettim. Bu kaza elim sonun sanki habercisiydi, hastaneye koştum. Kastamonu’ya kaldırılmıştı. Ertesi gün gelen haber felaketti. Arkadaşımız tehlikeli bir beyin sarsıntısı geçirmişti. Okulca ziyaretine gittik, yanına almadılar, okullar kapanırken ki görüşümüz, son görüşümüz olmuştu. Bir sabah öğrendik ki sevgili arkadaşımız vefat etmişti. İçimdeki hüzünle dar sokaklardan geçerek evine geldim, hıçkırık sesleri arasında cenazesine yaklaşıp yüzünü açtım, o itina ile taradığı saçları darmadağınıktı. Ama yüzündeki mütevazı tebessüm… Daha fazla dayanamadım, ağlamak istiyorum, ağlayamıyorum.
Sabri Bey’in aramızdan ayrılışının 3. Yılı zaman zaman mezar başına gider, irade dışı okuldaki yaşantıyı, öğrencilerini anlatırım. Sınıfın için, bunlar öyle iyi çocuklar ki bütün eforumu harcayıp hepsini Anadolu Lisesine sokacağım derdin, kabrinde rahat uyu, okulumuz yeni okul olmasına rağmen ilçede 13 öğrenci ile birincilik kürsüsüne oturdu.
Gene öğretmenler günü geldi, sevgili öğrencilerinle her yıl olduğu gibi ziyaretine geleceğiz. Mezarının başı bayram törenlerinde süslenmiş bir sınıf gibi olacak. Gene o küçücük kalplerin derin sevgi duyguları göz pınarlarından akan küçük damlacıklar mezarını sulayacak.
Öğretmenler odasındaki fotoğrafına ne zaman baksam mezar taşındaki mısralar aklıma gelir;

Beklemeyin beni dostlarım,
Ölüm yollarımı tuttu.
Nasıl istemem ki sizlerle olmayı,
Çaresizlik kollarımı tuttu.
1992 - Mehmet Akif İlköğretim Okulu, Tosya


İşte dostlarım, mezar taşına sarılıp, toprağa kapanıp ağlayan körpecik zihinlerdeki duygu selinin en katı kalpleri dahi hüzünlendirmemesi mümkün mü?
Mehmet Gonca 1999 - Tosya


NOT: Yukarıdaki makale; idealist, "hayatta küçücük bir iz bırakma" telaşı içinde olan, 1967 Çorum İlköğretmen Okulu mezunu bir öğretmenin, yarım kalmış yaşamından küçük bir parçadır.

İşte geldim işte gittim
Yaz çiçeği gibi bittim
Şu dünyada ne iş ettim
Ömürcüğüm geldi geçti.

5 Mayıs 2009 Salı

DİNLE


Eğer O’nu hatırladıkça başı göğe ermişçesine ya da asansör boşluğuna düşmüşçesine ürperiyorsa yüreğiniz...
Ömrü saatlere sıkışmış bir kelebek telaşıyla O hüzünden bu neşeye konup kalkıyorsanız gün boyu nedensiz...
ve her konduğunuzda diğerini iple çekiyorsanız bu hislerin...
O’nunlayken pervaneleşen yelkovanlar, O’nsuz mıhlanıp kalıyorsa yerine, bir akrep kadar hain...
sınıfta, büroda, yolda, yatakta içiniz içinize sığmıyor,
O’ndan söz edilince yüzünüz, sizden habersiz, mis kokulu bir ekmek dilimi gibi kızarıyor, mahcup somurtuyor ya da muzip sırıtıyorsa,
ve O, her durduğunuz yerde duruyor, her baktığınız yerden size bakıyor, siz keyiflendikçe gülüp, hüzünlendikçe ağlıyorsa...
dünyanın en güzel yeri O’nun yaşadığı yer, en güzel kokusu bedenindeki ter, en dayanılmaz duygusu gözlerindeki kederse...
hayat O’nunla güzel ve onsuz müptezelse...
elmalar pembe, kiremitler pembe, gökyüzü, yeryüzü, O’nun yüzü pembeyse,
kışlar ilkbaharsa, yazlar ilkbahar, güzler ilkbahar...
her şiirde anlatılan O’ysa... her filmin kahramanı O... her roman O’ndan söz ediyor, her çiçek O’nu açıyorsa...
bir anlık ayrılık, bir ömür gibi geliyor ve O gider gitmez özlem saç diplerinizden çekiştirip beyninizi acıtıyorsa,
iştahınız kapanıyor, iştahınız açılıyor, iştahınız şaşırıyorsa...
iştahınız, hasret acısında bile karşı konulmaz bir tat buluyorsa...
eliniz telefonda yaşıyor, işaret parmağınızla ha bire O’nu tuşluyor, dara düştüğünüzde kapıyı çalanın O olduğunu adınız gibi biliyorsanız...
mütemadi bir sarhoşluk halinde, her çalan telefona O diye atlıyor, vitrindeki her giysiyi O’na yakıştırıyor, konuşan birini dinlerken "keşke O anlatsa" diye iç geçiriyorsanız...
kokusu burnunuzdan, sureti gözünüzden, sesi kulağınızdan, teni aklınızdan silinmiyorsa bir türlü...
özlemi, sol memenizin altında tek nüsha bir yasak yayın gibi taşıyorsanız gün boyu...
hem kimseler duymasın, hem cümlealem bilsin istiyorsanız...
O’nsuz geceler ıssız, sokaklar öksüzse...
ayrılık ölüme, vuslat sehere denkse...
gamze gamze tebessüm de onun içinse, alev alev öfke de;
bunca tavır, bunca sabır ve nihayetsiz kahır hep O’nun yüzü suyu hürmetine...
uğruna ödenmeyecek bedel, gidilmeyecek yol, vazgeçilmeyecek konfor yoksa...
dışarıda yer yerinden oynuyor ve içeride bu sizi zerrece ilgilendirmiyorsa,
nedensiz küsüyor, sebepsiz affediyorsanız ve bütün bu hallerinize siz bile akıl erdiremiyorsanız...
kaybetme korkusu, kavuşma sevincinden ağır basıyorsa ve aşk, gurura baskın çıkıyorsa bu yüzden her daim...
gece yarısı kadim bir dost gibi kucaklayan tanıdık bir şarkı, bütün acı sözleri unutturmaya yetiyorsa...
Her gidişte ayaklarınız "Geri dön" diye yalpalıyorsa ve siz kendinize rağmen dönüyorsanız, sınırsız, sabırsız, doyumsuz bir tutkuyla...


...o halde yarın sizin gününüz!..
"Çok yaşayın ve de siz de görünüz."




Can Dündar