27 Mart 2012 Salı

BEHZAT C. BIR ANKARA ISARET FISEGI


Behzat Ç. Bir Ankara İşaret Fişeği


          Geçen yıl Star TV’de gösterime giren Behzat Ç. Adlı dizi ikinci sezonunda. Hemen ilk gösterime girdiği birkaç bölümden sonra ulaştığı sadık izleyici sayısını artırarak sürdürüyor. Yeni eklenen izleyicilerde de bu sadakat devam ediyor. Yani bu diziyi ya hiç kaçırmadan izliyorsunuz ya da izlemiyorsunuz. Öyle arada bir göz atılacak eğlenceliklerden değil. Yük de olabilir kaldıramayan adama.

          Pazar akşamları gösterime giren dizinin şimdiye kadar TV’de yayımlanan diğer dizilere göre ayrık ve özgün bir duruşu olmasına rağmen, üzerinde hak ettiği kadar emek harcanıp konuşulmadı, yazılmadı. Konuşulup yazılanlar ise daha çok yüzeyde kalıp, Behzat Ç. Karakterinin aşikâr özellikleri olan şiddet, kural tanımazlık, argo konuşma, alkol kullanma, kabalık gibi olumsuz yönlerini yerdiler. Olumsuz yönlerini hiç anmayanlar ise dizinin senaryosunun içindeki bir takım replikleri, lirikleri, cımbızlayıp evcilleştirip, kendilerinden bir parça aradılar, buldular. Tam da böyle olduğu için bu dizinin ruhunun ve karakterlerinin içine sızılamadı. Isırgan otunun toplarken elimizi dalayan rahatsızlığından söz edildi de, suyunu kaynatıp içerken, yemeğini yapıp yerken kuracağımız bereketli sofra bardaksız, tabaksız, kaşıksız kaldı. Muradım küçük değersiz bir peçete bırakmak yanlarına.

          Behzat Ç. Toplumla barışık bir adam değil. Bir kere güvenmiyor topluma. Bu güvensizliğin bilinçsizce oluştuğunu söyleyemesek de, yaşadığı deneyimlerin, ruhunda, bilinçaltında bir korunma güdüsünü beslediğini gönül rahatlığıyla söyleyebiliriz. Bu barışık olmama hali öyle bir yere gelmiş ki, diğerleri – toplumca kabul edilen normal insanlar- gibi yemek yemekten, diğerleri gibi vaktinde yatıp kalkmaktan, üstüne başına dikkat etmekten özenle imtina ediyor. Acıkınca tost yiyor. Susayınca bira içiyor. Berbere gitmez. Onu bornozuyla duştan çıkmış bir halde göremezsiniz. Sanki normal olan, insana iyi gelebilecek, yaşam kalitesini artıracak her şeyden korkuyor. Bu bir şizofreni hali gibi değil elbet, sanki hayatı bir zamanlar tasavvur ettiği gibi yaşadığında, bir zamanlar başına gelen her şeyi tekrar yaşayacağından korkuyor. Aykırılığı zırh yapmış kendine. Zamanı da ardından esen rüzgâr. Bu rüzgâr Behzat Ç.’nin sabahını geceye, gecesini sabaha ulaştırmaya yarıyor o kadar.

          Bütün bu göz göre göre kaybettiklerinin yanında özenle koruduğu iki değeri de var Behzat’ın. Adalet ve asla açık açık ortaya çıkarmayacağı Sevgi. Karşısına hangi kurum, hangi büyük desteklerle beslenmiş bir suç çetesi çıkarsa çıksın, bütün insani gibi görünen konfordan vazgeçmek bedeliyle koruduğu ve bu faydaların hayatından sökülüp alınması pahasına kaybetmediği içinde ki terazi, adalete doğru olan koşusunda tökezlememesini sağlıyor. Bir takım kişisel faydalara ulaşabilmemiz için, çeldirici bir şekilde önümüze konulan, günlük rahatlıklardan vazgeçmek gerekliliğinin altını çiziyor sanki. Bu anlamda felsefi bir duruşu da var. Ancak yaşadığımız bu çağda, belki de sadece bir kısmına ulaşmaya ömrümüzün yeteceği insani değerler adına, vazgeçmememiz gereken dünya nimetlerinin çokluğu, cezp edici yönleri, bilerek bilmeyerek seyircide bir sıkıntı oluşturuyor. İşte belki de bu sıkıntı bağlıyor seyirciyi. Çünkü bu hesaplaşma halen birçok insanın bir yerlerinde korunuyor. Bazı yorumlarda gördüğümüz, “yahu ben dizi falan izlemem, ama bu diziyi neden izliyorum?” sorusunun cevabı da bilerek bilmeyerek korudukları o yerlerinde gizli. İnsanın “keşke vicdan manevi bir değer olmasaydı da, vücudumuzda şöyle kanlı canlı bir organımız olsaydı” diyesi geliyor. Belki o zaman dokunmak daha kolay olurdu. Hem böylece insandan insana nakli de mümkün olurdu.

          Behzat Ç.’de sevgi duygusu biraz daha karmaşık. Belki de Behzat’ın eksikliğini her an yaşadığı bir duygu olan sevgi, hem de yine aynı sebeple onun en çok bastırmaya çalıştığı değerine dönüşüyor. “Ben çocuklarımı gece uyurken severim.” Yanılgısını övünmeye dönüştürebilmiş bir toplumuz biz. Hepimizde var bu sevgi eksikliği. Aslında dizideki bütün karakterlerde de var. Biraz daha ileri giderek bölüm senaryolarının çoğunun bu sevgisizlikten kaynaklanan unutulmuşluktan, yok sayılmışlıktan beslendiğini rahatça söyleyebiliriz. Behzat Ç’nin bütün hoyrat, kaba, minnetsiz görünüşüne rağmen belki bölüm başına üç beş kere gözlerinin akını göstere göstere, başını yana yatırarak “beni sev, saçlarımı okşa” der gibi baktığını görüyoruz. Ancak bu sevgisini bile ters ters bakarak saklamaya çalışan adam herhangi bir dokunuşa izin vermeyecektir. Açık yarasına el sürdürmeyecektir.

          Behzat Ç. Baş komiserlik görevini icra ederken sık sık şiddete başvuruyor. Kural tanımaz, başına buyruk, amirlerine itaatsiz. Bu durum Amerikan polisiyelerinde çok gördüğümüz, hemen herkesin içinde bulunan, bir başına, gizemli kahraman figürünü kaşıyarak, seyirciye bir özdeşleşme, kahramanıyla aynı adam olabilme şansı tanıyor kuşkusuz. Sinema televizyon sektörü bu klişeyi kullandı ve kullanacak. Ayrıca hakları da. Aslında iddia edildiği gibi dizide şiddet kutsanmıyor. Tam tersine şiddet uygulayan bir adam olarak Baş Komiser Behzat, Ercüment Çözer gibi bir psikopat katili kendine düşman edip, bir biçimde çok sevdiği kızı Berna’nın ölümüne sebep oluyor. Hayatını zindana çeviriyor. Senarist Behzat’daki şiddet eğiliminin cezasını kesmiş çoktan. Birde Behzat Ç.’de şiddet, her zaman haksıza, yalan söyleyene, çıkar sağlayana, acımasıza karşı yapılıyor. Bu durum şiddeti aklamaz elbet. Ancak haksızsa kendine şiddet uygulayana da ses etmiyor. Kendi içinde adaletli. Şiddet aslında onun yöntemi değil. Sorgulamanın, diyalogun seyrine göre ortaya çıkıyor. Amaç değil, ancak sonuç çoğu zaman böyle. Ne diyelim belki de bu çağda bile, bir parça Robin Hood ciğeri taşımak için biraz eşkıyalığa ve haydutluğa da ihtiyaç var.

          Behzat Baş Komiserin bürodaki ekip arkadaşları Akbaba, Hayalet ve Harun. Baş komiser genellikle Harun’la birlikte çalışıyor. Daha doğrusu Harun ona yakın geziyor. Aslında Harun ilk bakışta dışa dönük gibi görünen teklifsiz tavırlarıyla Behzat Ç. İçin uyumsuz bir ortak gibi gözüküyor. Ancak Harun görev başında zeki ve gözü pek bir polis. Behzat’ında Harun’a karşı her zaman korumacı bir tavrı var. Çocuğu gibi sakınıyor onu belli etmeden. Bir gün dayanamayıp Harun’a olan sevgisini dile getireceğinden korkuyor sanki. Böyle olunca da sürekli azarlıyor onu, hoş görmüyor. Harun dizide bir denge unsuru. Dizideki yoğunluktan dolayı seyirci üzerinde oluşan enerjiyi, senarist üzerinde bolca olduğu anlaşılan mizah birikimini boşaltıyor. Ayrıca Harun’un üstlendiği karakterin kalın çizgileri olan, her izleyicinin kolayca kendisinde de bulabileceği günlük heyecanlar, küçük yalanlar, masum hatalar, yersiz coşkular diziyi izlerken farkında olmadan ağzımıza attığımız büyük lokmaları çiğnemek için anlık duraksamalar, molalar koyuyor. Bütün koşuşturmaların, koca koca, stresli iş hayatının içinde günahıyla sevabıyla yolunu yürüyen, olmazsa olmaz olan insan öğesinin sembolü Harun. Diziyi gökyüzünden yeryüzüne indiriyor. Yapıcı bir bozgunculuk işlevi görüyor. Onun küçük kurnazlıklarla ört bas etmeye çalıştığı, saflığından beslenen müthiş bir kıyımsızlığı ve dürüstlüğü de var. İsyanını hep diri tutuyor. Ancak son kertede doğru karşısında boynunu eğmeyi de biliyor. Belki de Behzat’ı da en çok bu yönü ilgilendiriyordur.

          Akbaba asosyal bir kişiliktir. Hiç bir zaman çevresiyle yeterli bir etkileşim içinde olamaz. Hep bir şeylerden çekinen, insanlardan kaçan bir tavrı vardır. Ona iyi bir şeyler söylemeye çalışanları dahi çatık bir kaşla, kırışık alnıyla, şüpheyle dinler. Hatta söylenenler gereğinden fazla iyiyse sinkaflı bir küfürle diyalogu sonlandırır. Geçmişte yaşadığı, belki de izleyicinin hiçbir zaman tam manasıyla öğrenemeyeceği kötü deneyimlerin gölgesinde, esaretinde, kuşkucu, acılı bir hayatı vardır. Ülkemizin genel ortalamasının abartılı bir hali gibidir. Kalabalıklar, topluca yaşanan hoşnutluklar birer işkencedir onun için. Belki de dizide ki hayatta en fazla karşılığı olan tiplemedir. Uzun düz saçları, abartılı küpeleri ilk bakışta aykırılığının sembolleri gibi dursa da, içinde bir yerlerde sakladığı uzlaşma umudunun, toplumun genelince kirli sayılan ve böyle sanılsın diye bizzat Akbaba tarafından orta yere bırakılmış, tuzaklanmış bir takım emareler, işaretlerdir aslında.

          Hayalet adı gibi yaşayan bir adamdır. Pamuktan ayaklarıyla Ankara’yı yürür gibi değil de patenle kayar gibi dolaşır. Yeşil parkası hep sırtında. Elleri göğsüne yakın. Yoksul kenar semtleriyle o kadar uyumludur ki onu bir gecekondu yıkımında, dozerin önünde kollarını açmış dikilirken görseniz şaşırmazsınız. Ancak yoksulluğun, yoksunluğun içinde dönenip acılar devşirmekle uğraşmaz. Kılık değiştirmiş bir halde, acıların cellâdı gibi dolanan bir tavrı da vardır onun. Büyük işler başarmasına şaşılmayan ufak tefek adamlardandır. Kalenderdir. Hiçbir zaman hiçbir yerde göze batmayacak, ancak etrafımızda en çok gördüğümüz adamlardandır. Belki de etrafımızda hatta içimizde en çok dolaşan fakat bizim göremediğimiz adamlardandır. Bu adamlar belki bir gün bir araya gelip bir şey söyleyeceklerdir. Ama onlar birbirleriyle hiç konuşmazlar ki…

          Bu dizi bizleri yöneten büyüklerimize, devlet-i âliye de bazı mesajlar gönderiyor. Aslında mesaj da göndermiyor, olan biteni gördüğü gibi aktararak kendiliğinden bir mesaja dönüşüyor. Sevgi eksikliğimiz var diyor. Ayrıştık diyor. Üniforması değişince derin devlet sığlaşmıyor diyor. Gelecek kaygısı yaşıyoruz diyor. Bankalara mahkûm olduk diyor. Büyük sermaye ümüğümüzü sıktı diyor. Yüz yılda geçeceğimiz yolu on yılda geçemeyiz diyor. Biz olmadan önce birey olabilmek istiyoruz diyor. Hoşgörü diyor. Barış diyor. Birbirimize tahammülsüz olduk diyor. Özgüven eksikliğimiz giderek artıyor diyor. Eskiyi yıkacaksak yeniyi de birlikte kuralım diyor. Beni korkak yapma, içine sindir diyor. Korkan adam dönek olur diyor. Bazen de susuyor, var gerisini sen anla diyor.

          Behzat Ç. Bütün samimiyetiyle, bütün doğallığıyla, bu toplumu oluşturan, aynı kaderi paylaşan insanlarının tam da yollarını kaybetmek üzere oldukları noktadan ateşlenmiş bir işaret fişeği. Hayatın her alanında, iletişimin bütün mecralarında hatta kimilerince “aptal kutusu” olarak adlandırılan televizyonda bile gerçek hayatın bir akarsu gibi yolunu bulabileceğini gösterdi bize. Taşranın köyler ve kasabalardan ibaret olmadığını, şehir merkezlerinde de bir hayatın sürdüğünü hatırlattı. Konu Taşra olunca, köy – kasaba sarmalında sıkışıp hantallaşan aydıncıklara, Anadolu şehirlerinin kapısını araladı. Bu anlamda sanatsal olarak da en azından kendi dalında bir ilk, bir milat oldu. Dünyadaki bütün kıymetli, edebi eserlerin çok basit, gözümüzün önündeki gerçeklerden, gündelik yaşantılardan ve herkesin birer kahraman olduğu gerçeğinden el aldığını hatırlama imkânı verdi. Bu durumun televizyona bile taşınabileceği umudunu tazeledi. En önemlisi yapımcıları ve bütün emeği geçenler kendilerinden sonra gelecek görsel sanat emekçilerine, kameralarının İstanbul dışını da görüntüleyebilecek bir geniş açısı olduğunu öğrettiler. Hepsinin ömrüne bereket.

          Birde şu soru var aklımda; “acaba bu dizinin yapımcıları ne yaptıklarını tam olarak biliyorlar mı?” Tıpkı bu yazı gibi ne yaptıklarını tam olarak bilmemelerini tercih ederim. Yaptıkları işin en azından küçük bir kısmının, sadece içlerinden öyle geldiği için, yürekleri öyle buyurduğu için, hiçbir kaygıyı sırtına yük etmeden, kendiliğinden oluşmuş, yaşananın farz edilene galebe çaldığı bir er meydanından çıkmış olmasını isterim. Behzat Ç. Kendi alanında bir Baş Pehlivan. Paçayı kaptırmadıkça bu kispeti uzun yıllar giyer. Yalnız parayı bastırıp Ağalığı kapanlardan Tanrı onları korusun. Değilse yazık olur bu kadar iyi niyete.


Seyfi Gencer




Bu yazısından dolayı Sayın Seyfi Gencer'e teşekkür etmeyi borç bilmek lazım.

25 Mart 2012 Pazar

GUNDESTE, 1986

çarşamba belediyesi encümen odası
başkanın odasının bitişiği
her gün toplanmıyor ki encümen
tek bir bina sabahları ortaokul öğleden sonra lise
öğlene dek benimdir encümen odası
pide yaptırıp getirir odacı
araba hazır der şoför itfaiyeci
ilk zile beş dakika kala inerim arabamdan
çarşamba lisesi'nin önünde
ilk dersimiz fransızca
fakir fransızcadan muaftır
ve fakat aynı saatte fransızca hocasıdır lise birlere
hem öğrenci hem öğretmenim
cıgaralar içemiyorum öğretmenler odasında
çocuğun birine üç vermişim
babası kavgaya geldi devrisi gün
bizim oğlan daha türkçii doğru dürüst bilmiii
fransızcii nerden bilcek
fransızca da neymiş
büyüyüp de fransız olcak diil ya
sen u üçü beş yap en iyisi yeğenim


Gündeste, 1968
Ferhan Şensoy - FerhAntoloji
Bilgi Yayınevi, 2. Basım 2011, S.48

KALEMIMIN SAPINI GULLE DONATTIM - 28

          Babamdan yıldırım telgraf geldi. Çarşamba Lisesi'ne kabul olunmuşum! Acelem gel, diyor. Kısa sürdü Galatasaray'a geri dönüş sevincim. Sıramı Kefere Doğan'a terk ettim, arkadaşlarla pasajda kafayı çektik, bindirdiler beni Samsun otobüsüne soğuk bir mart gecesi.
          Bir pazartesi sabahı başladım, boyunbağı ve kasket zorunlu Çarşamba Lisesi'ne. Öcüler üstümü aradılar. Cebimden sigara çıktı. Şaşkın şaşkın baktılar. Çıkıcak tabii, sigara içicisiyim, bu öğrenci olmama engel değil ki. Dışarı uğradı gözleri öcülerin:
          - Ne bu?
          - Sigara.
          - Yasak olduğunu bilmiyor musun?
          - Ne yasak?
          - Aptal numarası yapma!
          - Sizsiniz aptal. Ben beş yıldır sigara içiyorum. Belki elli yıl daha içicem. Belki içmiyicem., buna büyüyünce karar verecem.
          Öcülerden biri bana vurmaya kalkıyor. Vurma, dayak, kötek görmemişiz biz. Bunlar çağdışı şeyler. Tutuyorum elini herifin, bir büküyorum liseye olan hıncımla, düşmese bileği kırılacak, düşmeyi yeğ tutuyor öcü. Vay efendim sayın Sosyal Bilimler öcüsüne nasıl el kaldırırmışım ben? Eli kaldıran ben değilim, öcü elini kaldırdı bana vurmak için, ben büktüm. Öpemediğin eli bükersin. Sayın Sosyal Bilimler öcüsünün hiç de sosyal olmayan, onun bunun cebini karıştırma dürtüsü ne peki? Benim cebim, benim elim için. Terzi ceketi dikerken öcünün el ölçüsünü alıp da mı dikti cebi? Eşşoğlueşekler! Okumuyorum işte sizin zift kokulu okullarınızda! Ayrıca, niçin zift sürüyorsunuz sınıfların zeminine?
          Bir hafta tard verdiler, haftaya pazartesi başlarsın, dediler. Olur, tard devamsızlıktan sayılmıyor. Bir hafta okuldan uzaklaştırılmak hiç de kötü bir şey değil aslında. Zaten gelmeye bayılmıyorum ki! Neyi, neden uzaklaştırıyorsunuz?
          Annem, babam Samsun'da oturuyorlar, babam her gün gidip geliyor Çarşamba Belediyesi'ne. Çarşamba'daki evde, emektar Cemile abla ve çocukları yaşıyor. Kocası Cemali Almanya'da işçi. Ben Çarşamba'da kalmak istedim, Cemile ablam bana bakar. Hem bu daha özgür bir yaşam.
          Özlediğim Çarşamba yemekleri yaptı bana Cemile ablam, fasulye kavurmalarına bibertuzu sürerek, sahanın dibine mısır ekmeği banarak, kırçan turşularıyla rakılar içtim ırmağa karşı. Gündüzleri Çarşamba pidesi, hafta sonu lepsi-pasta... Okuldan uzaklaştırılmış hafta çok güzel geçti.
          Devrisi pazartesi yeniden gittim liseye. Lisenin karşısındaki parkın büfecisine teslim ettim sigara paketimi. Zaten tenefüslerde bu parka gelinip içiliyor sigara.
          En ön sırada oturuyorum, Fenerbahçe Lisesi'nden benim gibi nakil gelmiş, Çarşamba eşrafından Hacı Gündoğdu'nun oğlu fırlama Kâşif'le.
          Mekteb-i Sultanî'den sonra Çarşamba Lisesi, garip bir tokat gibi patlar yüzümüzde. 21 Mayıs olaylarıyla Harbokulu'nda uzaklaştırılmış, sonra fark dersler vererek lise öğretmeni olmuş askerden bozma türkçesi bozuk edebiyatçılar, her gün yanlışını bulduğum fransızcacı, boş gezen Kimya derslerine gelen Kâşif'in eczacı ablası...
          Kimi tatlı öğretmenler de var, örneğin Resim ve Sanat Tarihi öğretmenimiz İhsan İncesu'yla, Tarihçi Nurhan Hoca'yla, Coğrafyacı güzel kadın Ayşe hanımla okul saatlerinin dışında evlerde oturuyoruz, Nâzım Hikmet konuşuyoruz. İhsan Hoca Akademili, her ceketinin yakasına mutlaka Güzel Sanatlar Akademisi'nin çok beğendiği rozetini takıyor. Bize Picasso'yu anlatıyor, Abidin Dino'yu anlatıyor. İhsan Hoca'nın adı komüniste çıkmış, Çarşamba'ya sürgün gelmiş.
          - Buradan da nereye sürerlerse oraya giderim arkadaş! diyor pervasızca, kimseden korkusu yok. Masal kahramanı gibi, ufak tefek, kara saçlı, kara kaşlı, kocaman gözlüklü, kapkara gözleri fıldır fıldır, deli gibi çalışkan bir adam.
          Öğrenciler de az acayip değil. Deli Dursun, Otobos Osman, Ahmet Çiçek, Alyanak Salih, Naif Zekâi, Komonis Yusuf, Atom Karınca Turgut, Mahcup Niyazi, Johnson Mustafa, Çıttık Mustafa ve daha bir sürü ağalı köylerin döllerini donlarına gömen çocukları. Kızlar azınlıktalar ve Çarşamba'nın içinden, Tüter'lerin kızı Edâ, Eşref Aka'nın kızı Rezzan, Alver'lerin kızı Deniz, bir de belediye elektrik santralının müdürü İbrahin Bey'in kızı Komonis Hidmet. Köylüler sabah akşam yürüyerek köye gidip geliyorlar, bellerinde tabancalar. Tabancalı olmak zorundalar, hepsinin kan davası var. Her gün cinayet işleniyor zaten köprünün üstünde. Köprüden yürürken biri öbürünün koluna giriyor. Koluna girilen anlıyor o an öleceğini, öbürü o sırada boşaltıyor zaten onun böğrüne tabancasında ne kadar kurşun varsa. Bi bokluk olur da, kola girenin tabancası tutukluk yaparsa, koluna girilen çekip tabancasını vuruyor öbürünü, ancak bu durumda daha da tehlikeye giriyor öldürenin hayatı, çünkü tutukluk yapan bir tabanca yüzünden 2-0 gibi gereksiz bir averaj yakalıyor kan davasında. Nedense genelde köprüde oluyor bu cinayetler ve polis bu işlere hiç karışmıyor. Kan davası cinayeti Çarşamba'da kanıksanmış, doğal bir durum. Kan davalısını bilemeyip ihtimal üzerine on iki kişiyi öldüren var, kamuoyu onu haklı buluyor:
          - E ne bilsin u çocuk hangisi öldüdü? En temizini yapmış da! deniliyor. Ve fakat o çocuk o gün on iki ayrı düşman edinmiş oluyor, çok uzun yaşamıyor yani. Kamuoyu, öldürüldüğünde de o çocuktan yana:
          - U, u işi yaparken öldürüleceğni biliğdi zaten! deniliyor. kahramanda defnediliyor. Hepsi kahraman zaten gencecik ölen bu insanların.
          Öldürüleceğini bile bile Çarşamba'nın ortasında, yumurta topuk ayakkabının topuğuna basarak, gerim gerim dolaşmak yiğitlik ister.
          Neredeyse tek tabancasız kovboy benim Çarşamba Lisesi'nde. Benim kimseyle RH pozitif kavgam yok, daha pozitif kavgalardayım kendi kendimle. Kâşif'in de tabancası yok elbette. Biz güle eğlene geçiyoruz, onların çok tedirgince dört bir yanı keserek geçtiği köprüyü.
          Bu saf ve inatçı bakışlı, çok küçükken yaşlanmış kocaman çocuklar, takım elbise, boyunbağı, sırmalı, ay yıldızlı nizâmi lâcivert kasket, bellerinde tabanca karlı dağlardan iniyorlar ovaya, okuyup adam olmak saplantısıyla.
          Nedir okutulan? Öğretilen nedir? Bu kadar genç adam, işi gücü bırakıp, kilometrelerce yol tepip bir hüznü kemiriyorlar, isli gaz lambalarıyla, mumlarla, sobasız kış gecelerinde. Venezuela'nın başkenti ve durmadan değişen nüfusunun on yıl önceki çok satır sayıları ve Pakistan'ın iç ticareti ve Akongagua dağlarının yüksekliği ve Pön savaşları ve örümceğin sindirim sistemi ve Alize yelleri ve Hunlular'ın çok eskiden yellenmeleri üstüne hüznü diziyorlardı ipe kocaman kestane gözleriyle, hiç kimseyi ilgilendirmezken Çarşamba'nın Sofualan Dağı'nın yüksekliği. Onlar da biliyorlardı bu okuduklarının pek bir işe yaramayacağını. Yalnızca üniversiteye girecek puanı tutturmak için gerekliydi bu bilgiler. Üniversiteye girebilmek için, ön eleme olarak okunuyordu lise, herkes bunun farkındaydı artık. Kandırmışlardı bizi ufakken. Çünkü çocukken "kaka" diye gösterilen rakı, o kadar da kaka değildi aslında.
          Çarşamba'ya bahar bir geliş geldi, otlar bir fışkırış fışkırdı. Karlı tepelerden indi, kabardı, köpürdü Yeşilırmak, bir gecede çiçek açtı elmalar, armutlar. Leylekler geldi, şişesiz bacalara kondular. Çıplak akasyaların ardı aydınlık, dupduru. Durup dururken bir kavun rengi gökyüzü, bunda bir iş var mutlak,. içim kavuniçi. Bahar boy atıyor ırmak boyunda. Her taraf nasıl bir yeşil, havalar nasıl güzel, ırmağa karşı geriniyoruz Kâşif'le. Sınıfın en iyi iki öğrecisiyiz. Hiç çalışmıyoruz, çalışılacak bir şey yok. Biraz ders dinledik her şeyi biliyoruz. Her şey iyice anlaşılsın diye saatlerce ve uzun uzun anlatılıyor; gene anlatılıyor, sınıfın geneli oldukça zor anlıyor. Bu durumda dikkatli ders dinleyince öğrenmemeye olanak yok Çarşamba Lisesi'nde.
          Âşksızlıktan cılızdır düşlerim. Gece gündüz birbirine bitişiyor. Bir liseyi tütetmektir gidiyor.Beklemenin kurgusu. Umut. Uçsuz gerilimi beklemenin. Fakat bu bahar çok orospu. Gece çökmese artık, herkesler yatmasa. Ellerim sigaramı bir isli yalnızlığa yakmasa. Yalnızlığı duymasa kulaklarım. Köpekler ulumasa. Bir yıkasam şu belleğimi, bu düşünmek olmasa. Yatınca uyuyabilsem, tavanlar konuşmasa... Vay orospu bahar vay, bunları da mı yapıcaktın bana? Ben tezelden âşık olsam iyi olacak! İçinde bir şeyler küf ve penisilin gibi. Günlerden pazartesi, Çarşamba'dayız. Çarşamba'nın ortasından bil bakalım ne akar? Dananın kuyruğuna işkence var gönlümde. Açılıp açılıp yeniden okunan mektuplar gibiyim. Derim bana dar geliyor. Çarşamba'nın baharı meğer ne yangın bir türkü.
          Kendime derhal bir sevgili bulmam gerekli. Şu kız kim Kâşif? Kaçıncı sınıfta? Adı neymiş? Nişanlı mı? Allahallah, niye? Şu kim peki? Örgülü şaçlı! Ortaokulda mı? Ortaokulda öyle memesi olur mu kızın? Adı ne? Kimin kızı? İstiklâl marşları sırasında okuldan kız kesiyorum. Okuldan bulacağım herhalde, başka nereden bulabilirim? Çarşamba'da kafe yok, bar yok, disko yok! Okul dışında benim bir kıza rastlama durumum yok. Öğretmen Güler'e bayılıyorum ya da sündürülmüş Madam Somerville kompleksi. Tam aynı durum değil aslında, lise ve bir ilkokul aynı bahçenin içinde, ben lise son öğrencisiyim, Güner o ilkokulda öğretmen, benim öğretmenim değil yani. Üstelik çok genç, fakat söz konusu değil aşkımız. O da Çarşambalı, çok bildiğimiz Keskin'in Makbule hanımın kızı. Birbirimize öyle sert sert bakıyoruz ilkokulla lisenin ortak bahçesinde...
          Bir kız bulup âşık olacağım, en salak halim gelip yüzüme yerleşecek, yaşamak bir başka heyecan ve boyut kazanacak. Kıza şiirler düzeceğim, o bana umut verecek, ya da bana öyle gelecek, orası önemli değil. Bir gün "gel!" diyeceğim, gelmeyecek, ben saldıracağım içkiye, onurunuza kavak ağaçları! Selamün-hello Çarşamba'nın baharı.
          Bizim sınıfta bir Nebahat var, o olur mu acaba? Zaten kesik atıyor bana. Canan da olabilir... O bana tav zaten... Lise birde sarı örgülü saçlı tatar burunlu, rus bakışlı kız da hiç fena değil, ona o osuruk nizamî lise şapkası bile yakışıyor... Hanife mi onun adı?
          Yalnız ve hızlı geçiyor Çarşamba'da günler. Fırtına gibi bir bahar indi ırmağın sağına soluna, dört bir yanımız alev alev yeşeriyor, deli gibi doğuruyor doğa, için petrol yeşili.


Kalemimin Sapını Gülle Donattım, 2001
Ferhan Şensoy - FerhAntoloji
Bilgi Yayınevi, 2. Basım 2011, S. 42-47

KALEMIMIN SAPINI GULLE DONATTIM - 14


       1968'de onuncu sınıftayım. 1969'da da onuncu sınıfta olacağımı henüz bilmiyordum. İlk 10'umdayım yani. O yıl, tedadüfün anüs deliği olarak, fransızların cumhurbaşkanı Charles De Gaulle'nin Türkiye ziyareti programının içine Galatasaray Lisesi de konuşlandırılmıştı. Okulu ziyaret edecek ve bir konuşma yaacaktı. Adam kasımın sonunda geldi, fakat eylül ayından itibaren De Gaulle'ü bekleyen bir hazırlık başladı okulda. Önce onun geçeceği orta yol asfaltlandı, asfalt yamru yumru bulundu, üstü bir kat daha asfaltlandı. O da beğenilmedi, bir yeni kat çekildi... Giderek otoyol gibi yükselmeye başladı o orta yol. Fransız cumhurbaşkanının geçerken görebileceği üç ön duvar badanalanmaya koyulundu. Değişik sarı tonları deneniyor, kuruyunca beğenilmiyor, devrisi gün üstüne yepyeni bir sarı renk sürülüyordu. Duvarlarda bir anlamda kalınlaşma görüldü. Bu hazırlık sürerken, oraya harcanan paranın bir yerlerden kısılması gerekmiş olmalı ki, birdenbire bizim yemekler dandikleşti, haftada üç çıkan gassay pilavı haftada bire indi, genelde mercimek, nohut biçimi bir askeri tabldot uygulaması gözlenmeye başlandı. Biz de bütün bunlar De Gaulle'ün yüzünden oluyor diye, çocuk beynimizde bir De Gaulle düşmanlığı geliştirdik. Haksız da sayılmayız, frenk cumhurbaşkanı Galatasaray Lisesi'ne uğramadan Tünel'den Taksim'e geçse, biz de yeşil demir parmaklıklar arasından:
          - Vive De Gaulle! Yaşasın De Gaulle! diye bağırsak, bütün bu düzenlemeler gerek kalmayacak.
          Neyse günü geldi, adam Galatasaray Lisesi'ne caddeden orta kapıdan, üstü açık siyah bir mercedesle, yanında zamanın Dışişleri Bakanı, bir Galatasaraylı ağbimiz İhsan Sabri Çağlayangil ile birlikte giriş yaptı. Alkışladık. Çünkü bizi yolun sağına soluna alkışlayalım diye dizmişlerdi ve iyi alkışlayıp alkışlamadığımız gözetim altındaydı. Çok uzun boylu adam, Tevfik Fikret salonunda, hepimizi şaşırtan bir konuşma yaptı. Bizler onu asker olmasından ötürü biraz aşşağılıyor, alt tarafı asker işte, diye dünerek tanıdığımız şube reislerine benzetmeye uğraşıyorduk. Ve fakat Charles De Gaulle:
          - Quelle secrête harmonie que ma visite en Turquie coïncide avec le centenaire du lycée de Galatasaray... diyerek girdi söze. Ne gizemli bir uyumdur ki Türkiye'yi ziyaretim Galatasaray Lisesi'nin 100. yılına denk düşüyor, biçiminde başlayan konuşmasıyla, bambaşka bir devlet adamı olarak çıktı karşımıza. Uzun cümleli, çok noktalı virgül kullanarak, edebî ve şiirsel bir fransızca konuşuyor, konuşmasının içinde, Bakî'den, Fuzûli'den, divan edebiyatından fransızca çeviri alıntılar söylüyor ve bütün bunları hiçbir kâğıda bakmadan, o an aklına gelmiş gibi, gözümüzün içine bakarak dile getiriyordu. Hiç de öyle boktan bir herif değildi yani... Sus pus olmuştuk. Biz balkonun en arka sırasında oturuyorduk. Hatta iyi görebilmek için, katlanan koltukları tam katlamamış, dikine tutarak ucuna oturmuştuk. De Gaulle sahnede konuşuyor, yanında da okul müdürü var, biraz sonra da konuşma yapacak, beklentide. Fransız cumhurbaşkanının boyu iki metreyi mütecaviz, bizim müdür ise boy olarak bir metrenin ırzına geçmek istiyor fakat ortada öyle gözle görülen bir tecavüz yok. Sahnede yanyana 1/2 kesirli konumda duruyorlar. Ben, De Gaulle'ün giderek güzelleşen konuşmasının bir yerinde artık dayanamayarak, bilinçaltı bir hıncımı kusarak, kendi kendime mırıldanırcasına, fısıltı halinde, sanki maçtaymışım, De Gaulle de penaltıyı vermeyen hakemmiş gibi:
          - İbne De Gaulle! İbne De Gaulle! diye söylenmeye başlamışım. Biraz sonra baktım, sağımdaki Kuku Mesut ve solumdaki Makas Adnan da bana katılmışlar, üçlü koro halindeyiz. Ben birden panik halinde sustum ve fakat slogan ön sıralara bulaşmıştı bile. Birden balkonda küçük bir fısıltı korusu oluştu, derken, benim engelleme çalışmalarıma rağmen, slogan balkondan salona döküldü, kısa bir süre içinde de net ve temiz üçyüz kişilik bir fısıltı korusu:
          - İbne De Gaulle! teranesini tekrarlar hale geldi. Nihayet terbiyesiz slogan sahneye dek ulaştı, kendisi de duymuş olmalı ki, birden konuşmasını yarıda keserek, yanındaki okul müdürüne, yani yeryüzüne döndü:
          - Qu'est-ce que ça veut dire ibné? diye sordu, haklı olarak. Ne demek ibne, diyor... De Gaulle, kendi ismi başına konulan sıfat nedir, onu soruyor. Müdür bombok oldu. Dili ağzının içinde akrobatik gösteriler yapmaya başladı, bu sırada şaşırtıcı gayet Gülhane Parkı sesler çıkarıyor, o seslerin neresinden çıktığına kendisi de çok şaşırıyorken, toparlandı, gökyüzüne, yani Charles De Gaulle'e döndü:
          - İbné De Gaulle, ça veut dire... C'est à dire... Ça veut rien dire! gibi bir veciz yumurtlamada bulundu. Hiçbir şey demek değildir, falan gibi bir şeyler zırvalamış oldu... De Gaulle'le göz göze geldiler. Müdür zeki adamdı, o da anladı cümlesinin orada üç noktayla bitemeyeceğini, noktalı virgül devam:
          - İbné De Gaulle, ça veut dire: Vive De Gaulle! Yaşasın De Gaulle! dedi ve belirli bir huzura erdi müdür. De Gaulle de onun üzerine yeryüzünden başını kaldırarak bizlere döndü:
          - Ah, bon alors; İbné Galatasaray! dedi.
          Derdi daha doğrusu, eğer ben gerçekten düşündüğüm gibi balkonun en arka sırasından, bu "İbne De Gaulle" korusunu başlatabilseydim, olaylar böyle gelişebilirdi yani. De Gaulle'e böyle bir puştluk yapmayı düşündüm ve fakat onun hepimizi ezen saygın ve kültürlü devlet adamı kişiliği karşısında böyle bir terbiyesizliği edemedim. İçimde ukde kalmış olmalı ki, o gittikten hemen sonra, Yüksekkaldırım'da şapkacılara koşup lazımlık biçim şapkasının tıpkısını yaptırdım ve bu şapkayı başıma takarak, okulda De Gaulle taklitlerine başladım. Benim oynadığım De Gaulle gene aynı stilde konuşuyor ama biraz bizim okulun iç işlerini biliyor ve yarı fransızca, yarı türkçe bir Galatasaray fransızcası kullanıyor:
          - Quelle secréte harmonie que ma visite en Turquie coïncide avec l'asphaltage, le badanaje et le bombokation des yemekages du lycée de Galataserail... biçiminde, yemeklerin bomboklaşması ve benzeri şikâyetlerimizi dile getiriyor. Taklidim çok tutulur oldu. Okulda akşam ikinci etütlerde sınıfta genel istek üzerine çıkıp yapıyorum. Arkadaşlar çok eğleniyorlar. Bir daha yap deniliyor, bir daha yapıyorum. Her yaptığımda biraz geliştiriyorum. De Gaulle'ü oynuyorum, müdürü oynuyorum. Giderek numarama ekler yapmaya başladım. Okulun başka öğretmenlerini de oynuyorum. Ticaret öğretmenimiz Ülkü Ağbi'yi oynuyorum, Fizikçi Zinde Kip'i oynuyorum... Hikâye gittikçe gelişiyor... De Gaulle, Müdür, Ülkü Ağbi, Zinde Kip birlikte kerhaneye gidiyorlar. Genel evlerin kapısında açılış yapmak üzere De Gaulle'ü bekleyen Belediye Başkanı'nı oynuyorum. De Gaulle'ü tanımayarak içeri sokmak istemeyen sümüklü bekçiyi oynuyorum, kerhanedeki çaycıyı oynuyorum, markacıyı oynuyorum... Okuldaki aksaklıklara ve siyasal konulara taş atan bir monoloğa dönüştü benim taklitler. Muhalif ve gerilla bir gösteri olarak geceleri yatakhanelerde yataklar kenara çekilip, bana boşaltılan bir orta alanda, başka yatakhanelerden gelen izleyicilerle oluşan bir izdihamın ortasında taklitlerimi yaparken, kimi zaman birinin panik halinde:
          - Müdür! demesi üzerine izleyiciler kaçışıyor, o an taklidini yapmakta olduğum okul müdürüyle burun buruna geliyordum. Meğer müdür de kalabalığın arkasından izliyormuş beni. Genetik kopyasıyla karşı karşıya gelen müdür gülmesini tutamazken, beni de azarlamadan edemiyordu.
          Okul içinde sınıflar arası turne teklifleri almaya başladım. 11 Edebiyat'tan çağırıyorlar, gidip yapıyorum. 12 Fen'den ağbiler çağırıyorlar, gidip yapıyorum. Ayı İsmail ağbi var örneğin okulda, en korkutucu ağbilerden, o ne zaman emrederse, gece kaçta isterse kalkıp yapıyorum. Ayi İsmail okulun en tehlikeli tiplerinden, ben okula ilk girdiğimde onu bir hafta kadar, öğretmen sanmıştım. Hiç öğrenci gibi bir hali yok. Kerli ferli, boyunbağlı, takım elbiseli bir yaşlı başlı adam, okulun bahçesinde duruyor. Ağbiden çok amca niteliği arzediyor. Ben de gidiyorum karşısına, selam verip:
          - Bonjur mösyö! diyorum. Çok korkutucu bir tip Ayı İsmail, alt çenesi o kadar dışarıdaki, üst çene yok gibi.
         Bir de aşırı kıllı bir herif, hatta kıllı sözcüğü tam tanımlamıyor onu; tepeden tırnağa, tanrı-triko! Örneğin sakal tıraşı oluyor, çenesinin beş parmak altına kadar tıraş olursa, kıl o noktadan aşağıya dik yaka kazak olarak devam ediyor, ilkbaharlarda V yaka tıraş oluyor, daha ferahlatıcı herhalde... Bir gün  gene ben, onu öğretmen sanarak, tokat mesafesi dışından selamlarken:
          - Gel buraya gel! dedi. Yanaştım.
          - Hoca mıyım lan ben? diye kükredi, alt dudağı yere, üst dudağı göğe değerek. Lan, dediğine göre öğretmen değil. Kim peki?
          - Ben senin Ayı İsmail ağbinim! Siktir git! cümlesiyle de konuya açıklık getirdi. Okulda böyle bir İsmail ağbimiz olduğunu öğrendik.
          Daha sonra da olay aydınlandı: İsmail ağbi ve dört arkadaşı Ticaret Bölümü son sınıfındalar. Biz okula girdiğimizde son sınıftalardı. Ben okuldan ayrılırken de aynen son sınıftalardı. Hiçbir ilerleme kaydetmediler, benim Galatasaray'da geçen on yılım sırasında. Onlar Ticaret Bölümü diye bir özgün bölümler. Biz okula girdiğimizde Ticaret Bölümü kaldırılmıştı. Yani, teorik olarak kâğıt üstünde kaldırılmış, pratik olarak uygulamadan kaldırılması için de, Ayı İsmail ve dört arkadaşının mezuniyeti bekleniyor. Olmuyorlar mezun. Okuldan atılma, uzaklaştırılma falan gibi şeyler yok. Lise son sınıfta bütün derslerden geçer not alana dek yaşlanabiliyorsunuz. Bir lise diplomasının sınırsız beklenti süreci söz konusu. Onlar zaten okulda falan kalmıyorlar, işleri güçleri var. Ayı İsmail ağbi cam ticaretiyle uğraşıyor. Sınıf arkadaşı Cici Üstün'ün Beyoğlu'nda kafeteryası var. Okulda, kantin, kooperatif gibi ticari işlere onlar bakıyorlar. Beyoğlu'nda kiraladıkları bir apartman daireleri var, genelde orada yaşıyorlar, ara sıra da nostalji olarak kimi geceler okulda kalıyorlar. Yatakhanelerinde eğleniyorlar. Bizim yatakhanemiz üçüncü katta koridorun en ucunda, İstiklâl caddesine bakan tarafta ve fakat caddeye değil, ara sokaktaki keneflere bakıyor. Aynı katta, koridorun öbür ucunda Ayı İsmail ağbilerin yatakhanesi var, yatakhanelerimiz aynı boyutta. Bizimkinde seksen kişi kalırken, Ayı İsmail ağbiler, Galatasaray Hamamı kubbeleri üzerinden Boğaz'a bakan yatakhanelerinde beş kişi kalıyorlar, suitli daireleri gibi. Orda kaldıkları geceler Boğaz'a karşı rakı sofrası kuruyorlar, mutfaktan emrederek mangal getirtiyorlar, sucuk getirtiyorlar, et getirtiyorlar... Belirli bir saatten sonra patates istiyorlar... Gecenin bir saatinde de aklına geliyorum Ayı İsmail'in:
          - İbne De Gaulle'ü yapan çocuğu hemen getirin! buyuruyor. O çocuk olarak ben derin uykudayım, düşümde Madam Somerville'e neler neler yapmaktayım, dürtüklüyorlar, uyanıyorum.
          - Kalk, Ayı İsmail çağırıyor!
          - Hassiktir!
          Deli gibi kalkip giyiniyorum. Müdür çağırsa ilgilenmem, sabah görüşürüm müdürle... Ama Ayı İsmail bu, komutan gibi bir şey, kalkmamak söz konusu değil yani. Gidiyorum huzuruna. Kafayı bulmuşlar, şarkılar söylüyorlar. Ayı İsmail bana:
          - Yap bakiim İbne De Gaulle'ü! diyor. Ben hemen yapıyorum. Ayı İsmail ağbi ve arkadaşları at gibi gülüyorlar, sonunda Ayı İsmail ağbi, sanki babammış gibi ciddileşerek:
          - Tamam sen git, yat! diyor. Ben teşekkür ederek ayrılıyorum huzurlarından. Yatakhaneye gelip Ayı İsmail'in taklidini yapıyorum sabaha dek. O gece yatakhane uykusuz.

Kalemimin Sapını Gülle Donattım, 2001
Ferhan Şensoy - FerhAntoloji
Bilgi Yayınevi, 2. Basım 2011, S. 27-32

KALEMIMIN SAPINI GULLE DONATTIM – 6


          Bir yumruğunun beş yüz kilo olduğunu iddia eden Keş Hüsnü'yle, havadan sudan şeylerden konuşarak geçirilmiş türkçe dersleriyle tamamlandı ortaokul, liseye geçtik. Hem de bütünlemesiz falan, haşırt diye bitirmişim ortaokulu. Yıllardır bana yaşgünlerimde hediye olarak küçük kâatlara yazılı nasihatler veren ve genelde babalar çocuklarına her zaman değil de, önemli okulları bitirdiklerinde önemli hediyeler alır, örneğin ortaokul bittiğinde gibi bir taktik izleyen babamın artık denilecek hiçbir şeyi kalmamıştı. Ne istersem alınacaktı. Yazı makinası istediğimi belirttim. Babam durumu şaşkınlıkla karşıladı:
          - Arzuhalci mi olucaksın oğlum sen?
          Kem küm ettim, kimi fransızca ödevleri okulda herkesin makinayla yazdığını, sınıfta bir sürü öğrencinin yazı makinası olduğunu söyledim. Babam da, oğlum öbür çocuklardan geri kalmasın diyerek ikna oldu. Karaköy'den gıcır bir Remington marka daktilo alındı. Gri fermuarlı çantası içinde, mutluca sallanarak girildi küf kokulu Tünel'e. Cumartesi pazarları şiirlerimi daktiloya çekmeye başladım.
          Tahir Alangu ile Edebiyat başladı. Başlayacak yani, heyecanlıyız. Tahir Baba deniliyor ona okulda. Neresi baba? Ne kadar baba? Kaz Cemal'e de "baba" deniyor okulda. Hatta kimi öğretmenler, sınıfa ilk girdiklerinde bana "Baba Bilmem kim" derler diyerek bu ismi edinmek istiyor, öyle bir isme yatay geçiş yapmak istiyor yani, ona daha önceki öğrenciler "Bok Şakir" demişler, o bize kendini baba gibi tanıtarak bu isimden kurtulacağını sanıyor... Yemezler Bok Şakir! Tahir Alangu öyle değil, ona herkes Baba Tahir, diyor... Koridorda görmüşlüğümüz var. Tahta bir ağızlıkla sigara içiyor. Pek kimseyle konuşmuyor. Siyah ya da kahverengi çizgili takım elbise ve yelek giyiyor. Çantasını hiç elden bırakmıyor.
          Derken bir gün zart diye giriyor sınıfa, gözünde şişe dibi gözlükler, elinde tahta ağızlığı, dolma parmaklar sıkı sıkı tutuyor ağızlığı, ağır ağır yürüyor kürsüye, saçı epeyce dökülmüş, kararlı dev adam. Kırlaşmış pos bıyıkları gülümseyen ağzını saklıyor.
          - Oturun! diyor, isteksizce ve yarım göt ayağa kalkmış ve gereken suskunluğa henüz ulaşamamış bizlere. Şöyle bir bakıyor sınıfa. Biz de ona bakıyoruz. Sırıtıyor. Biz de sırıtsak mı acaba?
          - Mollalar, o önünüzdeki, üstünde "Edebiyat" yazan kitap okunmayacak! ananıza babanıza söyleyin, size birer Sait Faik külliyatı alsın... Haftaya edebiyat! Bu ders serbestsiniz, ne isterseniz yapın! Diyerek çekip gidiyor sınıftan.
          Nihat Sami Banarlı'nın edebiyat kitabını kaldırıp atarak, kimimiz Grand-Cour'da yakarak, birer, ikişer Sait Faik kitabı edinerek ve Tahir Alangu'nun bu muhteşem anarşist tavrını çok beğenerek, onu özleyerek bekliyoruz ikinci edebiyat dersini. Alangu sınıfın kapısında belirince de, birden çakı gibi ayağa dikiliyor sınıf, kıl kıpırdamıyor, en ufak bir sululuk yok. Bir tören suskunluğu içindeyiz. Sıraların üstünde yalnız Sait Faik kitapları.
          - Açın "semaver" hikayesini, sen oku! diyor parmağıyla Nedim'i göstererek. Nedim sesi kısık ve titreyerek başlıyor okumaya. Kitabı edinebilmiş olanlar kitaptan da izliyor, edinememiş olanlar Nedim'i dinliyor. Güzel okuyor nedim. Duygulu okuyor, zaman zaman ağlayacak gibi düğüm oluyor gırtlağında heceler, öykünün sonunda bütün sınıf ağladı ağlayacak bir haldeyiz, hepimizin gözü yaşarıyor. Gözümüzün yaşarmasına çok keyifleniyor Alangu, gülümseyerek gidiyor o gün...
          Bir ay içinde herkes Sait Faik'i hatmetmiş durumda, Alangu bize hiç duymadığımız, yeni yazarlar tanıtıyor, kitaplarını getiriyor, öykülerini okutuyor, birden Osman Cemal Kaygılı, F. Celalettin, Memduh Şevket Esendal'la doluyor küçük beyinlerimiz. Her gün yeni bir pencere açıyor bize Tahir Baba... Kimi gün bir Çehov öyküsü, kimi gün Homeros... Derken Kalavela Destanı... Daha sonra, henüz dilimize çevrilmemiş olan Heinrich Böll, Friedrich Dürrenmatt gibi yazarları, evinden getirdiği almanca özgün baskılarını açıp, gözlüğü alnına kaldırarak, anında çeviri yöntemiyle kendisi okuyor bize... Sınıfta neredeyse herkes öykü yazmaya başlıyor... Birden fazla duvar gazetesi çıkarılıyor. Teneffüslerde sabırla okuyor duvar gazetesine yazdıklarımızı Alangu.
          Birinin ukalâ velisi, müfredat programını uygulamıyor diye şikayet etmiş hocamızı Milli Eğitim bakanlığına. Ankara'dan müfettiş geliyor. Sınıfa sokmuyor müfettişi Alangu.
          - Arkadaşlarımla edebiyat görüşüyoruz. Edebiyatın teftişi olmaz, çok ayıptır! diyerek yol ediyor, hiç böyle bir adam görmemiş şaşkın müfettişi.
          Sonra bir gün içimizden birilerini dolma parmaklarıyla göstererek:
          - Sen! Sen! Sen! Sizler yazar olacaksınız, bu işin peşini bırakmayın... Çok okuyun! Günlük tutun mollalar! Diyor. Tahir Alangu'nun parmakla gösterdiğinde, utanarak önüne bakan, yüzü kızaran bu çocuklar, Nedim Gürsel, Selim İleri, Mahir Şaul, Engin Ardıç, İzzet Yaşar, Ferhan Şensoy...


Kalemimin Sapını Gülle Donattım, 2001
Ferhan Şensoy - FerhAntoloji
Bilgi Yayınevi, 2. Basım 2011, S. 20-22

KALEMIMIN SAPINI GULLE DONATTIM – 25


          Cıcak. Teyliyim. Gözleyimin üstünde bi ağıylık. Neydeyse biybiyine yapşıcak kiypikleryim. Hiç bi sey göyemiyoyum. Hıysımdan tekmeliyoyum döyt bi yanımdaki duvaylayı. Baş paymağı çok kalın bi el, tutmuş başımdan hababam çekiyoy. Ayasıya ısıyıyoyum baş paymağı, hiç oyalı olmuyoy, dişim diş değil ki, hayt diye ısıyamıyoyum tabii.

          Belki de bu el buydan daha cıcak yeyleye götüyecek beni. Beteyin beteyi vay deyip diyeniyoyum, daynıyoyum, bıyakmıyoyum kendimi. Dayanıyım elbet. Eykek adamım ben.

          Üff. Ipıslağım teyden. El de teyledi. Çekiyoy çekiyoy bi yeye dek, aydından bıyakıyoy. Sıkıysa bıyakmasın. Çıkmıyoyum buydan işte, oh ya çatlayın da patlayın! Başım gene ilk yeyinde, fakat işin ucunu bıyakmaya gelmiyoy, el benden inatçı. Sıkılıyoyum. İçim fena oluyoy. Neyden düştüm buyaya, bilmiyoyum ki. Bu kocaman el sanki inceltti başımı, eyitti sanki ıslatayak kısacık saçlayımı. Saçımız saç değil ki, ayva tüyü.

          Bi evde tutsağım ben. Döyt tayafım kızgın kalın duvaylayla çevyılmış. Kalın ama yumuşak. Kim yaptı bu duvaylayı? Beni buyaya nasıl soktulay?

          Gok buydan hiç çıkmak. Gok kuytulmak. Yol gok. Tey kokusu hey tayafı tuttu.

          Cıcağa, teye, şu koca ele, yumuşak üykünçlüğe sövmek geçiyoy içimden. Fakat bilmiyoyum, bi tek sövgü bilmiyoyum. Zaten anlaşılmıyoy dedikleyim, çoğunun ben bile annamıyoyum. Belki de ağzıma büyük geliyoy dilim, döndüyemiyoyum. Buydan bi kuytulayım ilk işim sövmeyi iğyenmek olacak, sonya bi dilciye gidip çektiyicem bu ağzıma büyük gelen dilimi.

          Duvaylayın ötesine geçmek. Çıkmak bu hamamdan, öbüy tayafta olup bitenleyi öğyenmek, çok şey istiyoyum...

          Hey oydan tutma kafamı el oğlu el, içine geçiyiysin, göymüyoy musun kafamın orası ne kadar yumuşak. Lan sana söylüyoyum, bıyaksana şu yumuşak yeyi be!

          Bi uğultuya yaklaşıyoyum. Tükendim, kayşı koyamıyoyum. El benden daha güçlü... Neydeyim? Ne istiyoy bu kocaman el benden? Aptal gibiyim. Gibisi fazla galiba.

          Düşünmek bile olanaksız. Cıcak, boğucu cıcak. Üstümde giysi de gok, çıkayıp feyahlayayım, hey nedense çıyılçıplağım. Biyden bi yel esiyoy elin tayafından. Oh demek istiyoyum, ağzım açılmıyoy. Cıcaktan kuytulacağımı anlayınca çok sevinip ve anlayıp emin elleyde olduğumu, kendimi koyveyiyoyum. Vıjjjt kayıyoyum, vıjjjt kayıyoyum, uğultulay konuşmalaya dönüşüyoy:

          - Havluyu getir.

          - Oğlan oğlan!

          - Sıcak suyu verin.

          - Gaz lambasını şuraya tutsana sen!

          - Kapatın şu kapıyı.

          - Göbeğini kesin.

          Kadın sesleyi bunlay. Hiç kaçıymam, doğuştan zampayayımdıy. Konuşmuş olmak için konuşan kadınlayın sesleyi. Hep böyle geyeksiz işley mi yapay kadınlay? Soyulan dolaşıyoy tepesi yumuşacık ufak kafamda, kendimden büyük soyu işayetleyi, kocaman kadınlay dolaşıyoy.

          Fıyt diye çıkıyoyum oydan. Oh! Gok aytık cıcaklamak. Teylemek gok. insanın içine güven veyen beyaz yengin hüküm süydüğü bi yatak odası. İlk göydüğüm, hiç göymediğim dedemin yesmi oldu, duvaydan bana bakıyoydu. Bi de baktım beyazlay içinde bi kadın yatıyoy yatakta, benzi solmuş, gülümsüyoy gibi. Kocaman elli, şişman bi kadının yüzünde göyevini yeyine getiymenin mutluluğu. Benden başka heykes gülüyoy. Ulan açıkta bi şey mi vay yoksa? Ben odada en küçük vaylık, tek eykek, iki gözüm iki çeşme. Neye uğyadığımı şaşıydım, bi hengâmediy gidiyoy. Ama mademki düşünüyoyum, demek ki vayım. Yıkayın ulan beni aytık.


Kalemimin Sapını Gülle Donattım, 2001
Ferhan Şensoy - FerhAntoloji
Bilgi Yayınevi, 2. Basım 2011, S. 12,13

24 Mart 2012 Cumartesi

DONEMEC

Dönemeç


Dolmakalemle
tükenmezin o amansız kavgasının
sürüp gittiği zamanlardaydı.
Şişli garajında sabaha karşı
aşkını açıyordu
34 DE 717'ye
Ne ay vardı
ne de yıldızlar.
Garip bir ılıklık
hepsi o kadar.
"Kalbimi iç içe dairelere bölmüşler
Ve on ortası oniki"
diyordu 038
Ve dolmakalem tükenmezin
ağzına mürekkep dolduruyordu var gücüyle.
Sabah oldu, adamlar geldi.
Birbirine benzeyen sözler ettiler
her sabahkine benzeyen.
Ardından ürkünç gürültülerle
motor ağlamalarıyla
ayrıldılar birbirlerinden.
Tükenmez dolmakaleme bıyık çizerken
Ertesi gün gastelerde
başlığı tükenmezle
ardı dolmakalemle:
"34 AC 038'le
34 DE 717 birbirlerine girdiler
Mutluluk dönemecinde."


Soyut, Şubat 1969
Ferhan Şensoy - FerhAntoloji
Bilgi Yayınevi, 2. Basım 2011, S. 41

TOPLUMA DIMDIKLIKLER


Bilimsizleşmek.
Bilimsizliğe gitmek istiyorum kimi zaman
Gidiyorum da. Ufacık mutluluklar düşümde
Kocamanlarımızdan iri
Atomsuz, Vietnam'sız mağaralarda seksi düşünüyorum
yani herşeyi.
İsa'yı falan diriltiyorum
Çılgın ve hızla en eskiye
Musa'yı falan diriltiyorum
Çılgın ve hızla en eskiye
Bilimsizleşiyorum.
Güllerden konuşuyoruz
bir gün
Havva ve ben
Doğadan yaşamadan
Bilimsiz ve duygulu ve kravatsız
yaşıyoruz.
Yargıçlar.
Yargıçlar ki hiç sevmem
Yarın beni yargılayacaklar
Acınma dilenmeden, kabullenip suçumu
tüküreceğim yüzlerine
yaramadıklarını yargılamaktan başka bir işe
Korkmuyorum
Önce çık korktum
Suçsuzum. Bilmiyorlar. Suçsuzum
Yarın beni yargılayacaklar
         kitap okuyorum.
Üstü tozlu bir kitap.
Kapısı az açılan bir kitaplığın
keneflerden daha loş
en dibinde yatıyordu bir kitap
Ve bir köşede
bakıyordu resimlerine bir derginin
ama yalnız resimlerine
bıyıklı ve bacakları sakallı bir kadın
kitabı aldım
Okumak
Okuyup tanımak için bu okumak ve anlaşılmak için
yazılmışı
Kitabı aldım. Çıktım.
Diyorlar ki çaldım.
Uyuşup göçmekliğimiz
Çökeliriz en alta
Üstte kalır herkesler
Başka bir evrene giderim ben
Sağdan dolaşır kalın izmarit
Başka bir evrene göçeriz biz
Çekemezler içinde kalanlar, bu kazan diplinin dışına
çıkışımızı
Yasaklarlar, kısıtlarlar mutluluğumuzu
Sakalımıza takılır, saçımıza takılır, çekerler
Çeksinler
Gitmiyoruz ki!
Üstte kalır herkesler
Çökeliriz en alta.


Soyut, Şubat 1969
Ferhan Şensoy - FerhAntoloji
Bilgi Yayınevi, 2. Basım 2011, S. 39,40


KENAR MAHALLEDE BIR PAZAR GUNU

Kenar mahallede bir Pazar günü
Buğulanır toprak, yol ve damlar
Sabah güneşinin ilk akıntılarında,
Göğü turuncu bir ağ kaplar.


Konuşmalar, küfürler, çocuk çığlıkları,
Öper yüzünü  yeni bir sabahın
Çamaşırlar hışırdar avlularda,
Bayrakları gibi fukaralığın.


Kahveye çıkar birer ikişer erkekler,
Yayılarak otururlar iskemlelerde
Çay bardakları şıngırdar, radyo bağırır,
Bir haftanın yorgunluğu akar iliklerde.


Ötelerde portakal bahçelerinde
Gün ışığı dans eder, sabah yeliyle
Arklardaki sular el çırpar
Ürpertiden toprağı titretircesine.


Bir çocuk çitleri usulca aşar
Geçer uyuklayan bekçinin önünden
Gömleğinin içinde bir damla kalır
Uzayıp giden portakal denizinden.


Tulumbada yüzünü yıkar bir işçi
Daha uyanmayan karısına seslenerek
Kalkar kadın elinde eski bir havlu
Geceki yorgunluğu anlatır ezilerek.


Bir kumru tüner dallarına
Avludaki yaşlı dut ağacının
Ona sevgiyle gülümser
Sonra sarar belini kadınının.


Sokaklarda satıcıların bağırtıları
Kapıların önünde iyice tizleşir
Kenar mahallede bir Pazar günü
Böyle başladı, nasıl biter kim bilir?


Ahmet Erhan


Çağdaş Türkü - Kenar Mahallede Bir Pazar Günü


Söz: Ahmet Erhan
Beste: Eftal Küçük

11 Mart 2012 Pazar

FUKUSIMA'NIN YILDONUMU VE MUHURLU YUREKLER

Fukuşima’nın Yıldönümü ve Mühürlü Yürekler

11.03.2012 Birgün Pazar Eki
Özgür Gürbüz – ozzgurbuz@gmail.com

Bundan tam bir yıl önce Japonya’nın Fukuşima eyaletinde dünya tarihinin gördüğü en büyük nükleer kazalardan biri oldu. 100 bin civarında insan evini terk etmek zorunda kaldı. Yaşadıkları yerlere geri dönebilecekleri şüpheli.

Fukuşima’daki nükleer santralden suya, toprağa ve havaya radyasyon sızdı. Dünyanın en gelişmiş teknolojilerine, depreme karşı en dayanıklı yapılarına sahip Japonlar, nükleer karşısında çaresiz kaldılar. Bölgede radyasyona bulanmış topraklar tam bir yıldır dozerlerle kamyonlara yükleniyor ve canlı yaşamından uzakta depolanıyor. Fukuşima’da toprak artık nükleer atık muamelesi görüyor. Kirlenmiş alanda tarımsal ve hayvansal üretim yapmak artık mümkün değil. 40 km. çapında bir daire içerisine ise girmek yasak. Alınan 76 gıda örneğinde izin verilen miktarların üzerinde radyasyona rastlandı. İnek etinden levreğe, mantardan domuz etine kadar bir çok üründe sezyum, iyot gibi radyoaktif maddelere rastlanıyor. Balık tutmak, yemek ve satmak hayal. Nazım Hikmet’in “Japon Balıkçısı” şiirinde söylediği gibi:
Balık tuttuk yiyen ölür
Elimize değen ölür
Bu gemi bir kara bulut
Lumbarından giren ölür.”

              Fukuşima artık kara bir bulut; Çernobil gibi. Güya insanlığın gelişmesi için yaratılan teknolojik canavarın en sinsisi nükleer santraller, bulundukları ülkelerin ekonomik ve sosyal çöküntülerinin de mimarı oldular. Fukuşima’da radyoaktif kirlenmeye maruz kalan ve boşaltılan bazı bölgelerde radyasyon seviyesi 510 milisivert/yıl, boşaltılma kararı için gereken rakamın 25 katı ⁽¹⁾.

            Kazadan sonra hurdaya ayrılan dört reaktörü bugün yeniden yapmaya kalsanız en az 20 milyar dolar harcamanız gerekir. Reaktörün içindeki hasarlı yakıtları çıkarmak en iyimser tahminle 10 yıl, tüm söküm işlemlerinin tamamlanması ise 40 yıl sürecek. ABD’deki Üç Mil Ada’sı kazasından sonra yakıtın reaktörden çıkması 5 yıl sürmüştü. Siz şu satırları okurken, Fukuşima’daki her bir reaktöre tekrar ısınmamaları için saatte 10 bin tona yakın su basılıyor ⁽²⁾. 
Tabii bu rakamlar Japonya gibi elinde tüm teknolojik imkânları bulunduran bir ülke için geçerli. Mersin’de bir kaza olursa bu temizleme çalışmalarının kaç yüzyıl süreceğini varın siz hesap edin. Çernobil’den sonra halka yedirilip içirilen fındık ve çayı düşünün. Mersin’de meydana gelecek kaza sonrası kaç kasa limon, muz yiyeceğimizi yine varın siz hesaplayın. Antalya’da her denize girişimizde ne kadar radyasyona maruz kalacağımızı… Simitle değil, geiger cihazıyla yüzersiniz artık.

                  Japonya, Fukuşima kazasından sonra ülkedeki diğer reaktörlerin hepsini çeşitli güvenlik testlerine tabi tutmaya başladı. Şu anda ülkedeki 50 reaktörden sadece ikisi çalışıyor. Japonya elektriksiz kalmadı, elektrik üretmenin bin bir çeşit yolu var. Siz bizim yetkililere bakmayın, onlara kalsa “biraz radyasyon kemiklere bile iyi gelir” ⁽³⁾. Japonya kazadan sonra birçok gelişmiş ülke gibi yeni nükleer santral planlarını iptal etti. Kaza öncesi ülke elektriğinin yüzde 30’unu karşılayan nükleer santrallerden 2050’ye kadar tamamen kurtulabilecekler mi, onu tartışıyorlar.

             Kazadan bir gün öncesine kadar ülkemizdeki sözde uzmanlar nükleer santral pazarlamakla meşguldü. Sorsaydınız, “Çernobil benzeri bir kazanın tekrar yaşanması mümkün değil” derlerdi. Zaten Çernobil, Rus teknolojisiydi ve bir insan hatası sonucu meydana gelmişti. Dünyadaki tüm reaktörlerin insanlar tarafından tasarlandığını, kaza riskinin hiçbir sanayi tesisinde (uzay mekiklerinde bile ölümcül kazalar oldu) sıfırlanamayacağını bilmesek bu sözde uzmanlara inanırdık. Bu yalanlara yanıt acı bir örnekle geldi, Fukuşima, en yüksek teknolojinin bile nükleer santrallardaki kazaların önüne geçemeyeceğini, insanların hesaplayamadığı birçok tehlikenin var olduğunu bize öğretti. Ne yazık ki hepimize değil...

                2 Mart 2012 tarihinde Mersin’in Akkuyu beldesine kurulmak istenen nükleer santralin Çevre Etki Değerlendirme (ÇED) Raporu görüşe açıldı. ÇED raporunun tutar yanı yok. Rapordan daha trajik olan aslında Fukuşima’dan bir yıl sonra nükleer santralde ısrar edenler, onun yok etme gücüne inanmak istemeyenler. Sanki gözleri kör, kulakları sağır; sanki lanetlenmiş gibiler. Hükümete oy veren ve kendilerinin dindar olduğunu söyleyen kesime de şaşıyorum. Onların Kuran’ın genel prensibini, bir şeyin zararı yararından daha fazlaysa o şeyin haram kabul edileceğini, yani nükleer enerjinin haram olduğunu bilmeleri gerekmez mi? Sesleri çıkmıyor. Gözleri kör, kulakları sağır ve yürekleri de mühürlü.

⁽¹⁾ One Year After Fukushima, Sharon Squassoni and Andrew Noble, CSIS, 7 Mart 2012.
⁽²⁾ UAEA, Fukuşima Dayçi durum raporu, 23 Şubat 2012.
⁽³⁾ Kenan Evren, dönemin Cumhurbaşkanı.



9 Mart 2012 Cuma

BROWSER KULLANIM ISTATISTIKLERI - BROWSER STATS



2012Internet ExplorerFirefoxChromeSafariOpera
April18.3 %35.8 %38.3 %4.5 %2.3 %
March18.9 %36.3 %37.3 %4.4 %2.3 %
February19.5 %36.6 %36.3 %4.5 %2.3 %
January20.1 %37.1 %35.3 %4.3 %2.4 %
      
2011Internet ExplorerFirefoxChromeSafariOpera
December20.2 %37.7 %34.6 %4.2 %2.5 %
November21.2 %38.1 %33.4 %4.2 %2.4 %
October21.7 %38.7 %32.3 %4.2 %2.4 %
September22.9 %39.7 %30.5 %4.0 %2.2 %
August22.4 %40.6 %30.3 %3.8 %2.3 %
July22.0 %42.0 %29.4 %3.6 %2.4 %
June23.2 %42.2 %27.9 %3.7 %2.4 %
May24.9 %42.4 %25.9 %4.0 %2.4 %
April24.3 %42.9 %25.6 %4.1 %2.6 %
March25.8 %42.2 %25.0 %4.0 %2.5 %
February26.5 %42.4 %24.1 %4.1 %2.5 %
January26.6 %42.8 %23.8 %4.0 %2.5 %
      
2010Internet ExplorerFirefoxChromeSafariOpera
December27.5 %43.5 %22.4 %3.8 %2.2 %
November28.6 %44.0 %20.5 %4.0 %2.3 %
October29.7 %44.1 %19.2 %3.9 %2.2 %
September31.1 %45.1 %17.3 %3.7 %2.2 %
August30.7 %45.8 %17.0 %3.5 %2.3 %
July30.4 %46.4 %16.7 %3.4 %2.3 %
June31.0 %46.6 %15.9 %3.6 %2.1 %
May32.2 %46.9 %14.5 %3.5 %2.2 %
April33.4 %46.4 %13.6 %3.7 %2.2 %
March34.9 %46.2 %12.3 %3.7 %2.2 %
February35.3 %46.5 %11.6 %3.8 %2.1 %
January36.2 %46.3 %10.8 %3.7 %2.2 %
      
2009Internet ExplorerFirefoxChromeSafariOpera
December37.2 %46.4 %9.8 %3.6 %2.3 %
November37.7 %47.0 %8.5 %3.8 %2.3 %
October37.5 %47.5 %8.0 %3.8 %2.3 %
September39.6 %46.6 %7.1 %3.6 %2.2 %
August39.3 %47.4 %7.0 %3.3 %2.1 %
July39.4 %47.9 %6.5 %3.3 %2.1 %
June40.7 %47.3 %6.0 %3.1 %2.1 %
May41.0 %47.7 %5.5 %3.0 %2.2 %
April42.1 %47.1 %4.9 %3.0 %2.2 %
March43.3 %46.5 %4.2 %3.1 %2.3 %
February43.6 %46.4 %4.0 %3.0 %2.2 %
January44.8 %45.5 %3.9 %3.0 %2.3 %
      
2008Internet ExplorerFirefoxChromeSafariOpera
December46.0 %44.4 %3.6 %2.7 %2.4 %
November47.0 %44.2 %3.1 %2.7 %2.3 %
October47.4 %44.0 %3.0 %2.8 %2.2 %
September49.0 %42.6 %3.1 %2.7 %2.0 %
August51.0 %43.7 % 2.6 %2.1 %
July52.4 %42.6 % 2.5 %1.9 %
June54.2 %41.0 % 2.6 %1.7 %
May54.4 %39.8 % 2.4 %1.5 %
April54.8 %39.1 % 2.2 %1.4 %
March53.9 %37.0 % 2.1 %1.4 %
February54.7 %36.5 % 2.0 %1.4 %
January54.7 %36.4 % 1.9 %1.4 %
      
2007Internet ExplorerFirefoxMozillaSafariOpera
November56.0 %36.3 %1.2 %1.8 %1.6 %
September57.2 %35.4 %1.2 %1.6 %1.5 %
July58.5 %34.5 %1.4 %1.5 %1.9 %
May58.9 %33.7 %1.3 %1.5 %1.7 %
March58.7 %31.8 %1.3 %1.6 %1.6 %
January58.6 %31.0 %1.5 %1.7 %1.5 %
      
2006Internet ExplorerFirefoxMozillaNetscapeOpera
November60.6 %29.9 %2.5 %0.2 %1.5 %
September62.1 %27.3 %2.3 %0.4 %1.6 %
July62.4 %25.5 %2.3 %0.4 %1.4 %
May63.0 %25.7 %2.3 %0.3 %1.5 %
March64.7 %24.5 %2.4 %0.5 %1.5 %
January66.0 %25.0 %3.1 %0.5 %1.6 %
      
2005Internet ExplorerFirefoxMozillaNetscapeOpera
November68.9 %23.6 %2.8 %0.4 %1.5 %
September75.5 %18.0 %2.5 %0.4 %1.2 %
July73.8 %19.8 %2.6 %0.5 %1.2 %
May71.6 %21.0 %3.1 %0.7 %1.3 %
March72.5 %18.9 %3.3 %1.0 %1.9 %
January74.5 %16.6 %3.4 %1.1 %1.9 %
      
2004Internet Explorer MozillaNetscapeOpera
November76.2 % 16.5 %1.7 %1.6 %
September79.0 % 13.7 %2.0 %1.7 %
July80.4 % 12.6 %2.2 %1.6 %
May81.9 % 9.5  %2.4 %1.6 %
March82.8 % 7.9 %2.8 %1.4 %
January84.7 % 5.5 %2.4 %1.5 %
      
2003Internet Explorer MozillaNetscapeOpera
November84.9 % 7.2 %2.6 %1.9 %
September86.6 % 6.2 %2.7 %1.8 %
July87.2 % 5.7 %2.7 %1.7 %
May87.7 % 4.6 %3.3 %1.4 %
March88.0 % 4.2 %3.4 %1.2 %
January84.6 % 4.0 %4.0 % 
      
2002Internet ExplorerAOL Netscape 
November83.4 %5.2 % 8.0 % 
September83.5 %4.5 % 8.0 % 
July84.5 %3.5 % 7.3 % 
May86.7 %2.8 % 7.3 % 
March86.1 %3.0 % 7.7 % 
January85.8 %2.8 % 7.9 % 


Internet ExplorerMicrosoft Internet Explorer
FirefoxMozilla Firefox (identified as Mozilla before 2005)
ChromeGoogle Chrome
MozillaThe Mozilla Suite (Gecko, Netscape)
SafariSafari (and Konqueror. Both identified as Mozilla before 2007)
OperaOpera (as of 2011, Opera Mini is included here)
NetscapeNetscape Navigator (identified as Mozilla after 2006)
AOLAmerica Online (based on both Internet Explorer and Mozilla)


Kaynak : http://www.w3schools.com/browsers/browsers_stats.asp