1968'de onuncu sınıftayım. 1969'da da onuncu sınıfta olacağımı
henüz bilmiyordum. İlk 10'umdayım yani. O yıl, tedadüfün anüs deliği olarak,
fransızların cumhurbaşkanı Charles De Gaulle'nin Türkiye ziyareti programının
içine Galatasaray Lisesi de konuşlandırılmıştı. Okulu ziyaret edecek ve bir
konuşma yaacaktı. Adam kasımın sonunda geldi, fakat eylül ayından itibaren De
Gaulle'ü bekleyen bir hazırlık başladı okulda. Önce onun geçeceği orta yol
asfaltlandı, asfalt yamru yumru bulundu, üstü bir kat daha asfaltlandı. O da
beğenilmedi, bir yeni kat çekildi... Giderek otoyol gibi yükselmeye başladı o
orta yol. Fransız cumhurbaşkanının geçerken görebileceği üç ön duvar
badanalanmaya koyulundu. Değişik sarı tonları deneniyor, kuruyunca
beğenilmiyor, devrisi gün üstüne yepyeni bir sarı renk sürülüyordu. Duvarlarda
bir anlamda kalınlaşma görüldü. Bu hazırlık sürerken, oraya harcanan paranın
bir yerlerden kısılması gerekmiş olmalı ki, birdenbire bizim yemekler
dandikleşti, haftada üç çıkan gassay pilavı haftada bire indi, genelde
mercimek, nohut biçimi bir askeri tabldot uygulaması gözlenmeye başlandı. Biz
de bütün bunlar De Gaulle'ün yüzünden oluyor diye, çocuk beynimizde bir De
Gaulle düşmanlığı geliştirdik. Haksız da sayılmayız, frenk cumhurbaşkanı
Galatasaray Lisesi'ne uğramadan Tünel'den Taksim'e geçse, biz de yeşil demir
parmaklıklar arasından:
- Vive De Gaulle! Yaşasın De
Gaulle! diye bağırsak, bütün bu düzenlemeler gerek kalmayacak.
Neyse günü geldi,
adam Galatasaray Lisesi'ne caddeden orta kapıdan, üstü açık siyah bir
mercedesle, yanında zamanın Dışişleri Bakanı, bir Galatasaraylı ağbimiz İhsan
Sabri Çağlayangil ile birlikte giriş yaptı. Alkışladık. Çünkü bizi yolun sağına
soluna alkışlayalım diye dizmişlerdi ve iyi alkışlayıp alkışlamadığımız gözetim
altındaydı. Çok uzun boylu adam, Tevfik Fikret salonunda, hepimizi şaşırtan bir
konuşma yaptı. Bizler onu asker olmasından ötürü biraz aşşağılıyor, alt tarafı
asker işte, diye dünerek tanıdığımız şube reislerine benzetmeye uğraşıyorduk.
Ve fakat Charles De Gaulle:
- Quelle secrête harmonie que ma
visite en Turquie coïncide avec le centenaire du lycée de Galatasaray... diyerek girdi söze. Ne gizemli bir
uyumdur ki Türkiye'yi ziyaretim Galatasaray Lisesi'nin 100. yılına denk
düşüyor, biçiminde başlayan konuşmasıyla, bambaşka bir devlet adamı olarak
çıktı karşımıza. Uzun cümleli, çok noktalı virgül kullanarak, edebî ve şiirsel
bir fransızca konuşuyor, konuşmasının içinde, Bakî'den, Fuzûli'den, divan
edebiyatından fransızca çeviri alıntılar söylüyor ve bütün bunları hiçbir
kâğıda bakmadan, o an aklına gelmiş gibi, gözümüzün içine bakarak dile
getiriyordu. Hiç de öyle boktan bir herif değildi yani... Sus pus olmuştuk. Biz
balkonun en arka sırasında oturuyorduk. Hatta iyi görebilmek için, katlanan
koltukları tam katlamamış, dikine tutarak ucuna oturmuştuk. De Gaulle sahnede
konuşuyor, yanında da okul müdürü var, biraz sonra da konuşma yapacak,
beklentide. Fransız cumhurbaşkanının boyu iki metreyi mütecaviz, bizim müdür
ise boy olarak bir metrenin ırzına geçmek istiyor fakat ortada öyle gözle
görülen bir tecavüz yok. Sahnede yanyana 1/2 kesirli konumda duruyorlar. Ben,
De Gaulle'ün giderek güzelleşen konuşmasının bir yerinde artık dayanamayarak,
bilinçaltı bir hıncımı kusarak, kendi kendime mırıldanırcasına, fısıltı
halinde, sanki maçtaymışım, De Gaulle de penaltıyı vermeyen hakemmiş gibi:
- İbne De Gaulle!
İbne De Gaulle! diye söylenmeye başlamışım. Biraz sonra baktım, sağımdaki Kuku
Mesut ve solumdaki Makas Adnan da bana katılmışlar, üçlü koro halindeyiz. Ben
birden panik halinde sustum ve fakat slogan ön sıralara bulaşmıştı bile. Birden
balkonda küçük bir fısıltı korusu oluştu, derken, benim engelleme çalışmalarıma
rağmen, slogan balkondan salona döküldü, kısa bir süre içinde de net ve temiz
üçyüz kişilik bir fısıltı korusu:
- İbne De Gaulle!
teranesini tekrarlar hale geldi. Nihayet terbiyesiz slogan sahneye dek ulaştı,
kendisi de duymuş olmalı ki, birden konuşmasını yarıda keserek, yanındaki okul
müdürüne, yani yeryüzüne döndü:
- Qu'est-ce que ça veut dire ibné? diye sordu, haklı olarak. Ne demek
ibne, diyor... De Gaulle, kendi ismi başına konulan sıfat nedir, onu soruyor.
Müdür bombok oldu. Dili ağzının içinde akrobatik gösteriler yapmaya başladı, bu
sırada şaşırtıcı gayet Gülhane Parkı sesler çıkarıyor, o seslerin neresinden
çıktığına kendisi de çok şaşırıyorken, toparlandı, gökyüzüne, yani Charles De
Gaulle'e döndü:
- İbné De Gaulle, ça veut dire...
C'est à dire... Ça veut rien dire! gibi
bir veciz yumurtlamada bulundu. Hiçbir şey demek değildir, falan gibi bir
şeyler zırvalamış oldu... De Gaulle'le göz göze geldiler. Müdür zeki adamdı, o
da anladı cümlesinin orada üç noktayla bitemeyeceğini, noktalı virgül devam:
- İbné De Gaulle, ça veut dire: Vive
De Gaulle! Yaşasın De Gaulle! dedi
ve belirli bir huzura erdi müdür. De Gaulle de onun üzerine yeryüzünden başını
kaldırarak bizlere döndü:
- Ah, bon alors; İbné Galatasaray! dedi.
Derdi daha doğrusu, eğer
ben gerçekten düşündüğüm gibi balkonun en arka sırasından, bu "İbne De
Gaulle" korusunu başlatabilseydim, olaylar böyle gelişebilirdi yani. De
Gaulle'e böyle bir puştluk yapmayı düşündüm ve fakat onun hepimizi ezen saygın
ve kültürlü devlet adamı kişiliği karşısında böyle bir terbiyesizliği edemedim.
İçimde ukde kalmış olmalı ki, o gittikten hemen sonra, Yüksekkaldırım'da
şapkacılara koşup lazımlık biçim şapkasının tıpkısını yaptırdım ve bu şapkayı
başıma takarak, okulda De Gaulle taklitlerine başladım. Benim oynadığım De
Gaulle gene aynı stilde konuşuyor ama biraz bizim okulun iç işlerini biliyor ve
yarı fransızca, yarı türkçe bir Galatasaray fransızcası kullanıyor:
- Quelle secréte harmonie que ma
visite en Turquie coïncide avec l'asphaltage, le badanaje et le bombokation des
yemekages du lycée de Galataserail... biçiminde,
yemeklerin bomboklaşması ve benzeri şikâyetlerimizi dile getiriyor. Taklidim
çok tutulur oldu. Okulda akşam ikinci etütlerde sınıfta genel istek üzerine
çıkıp yapıyorum. Arkadaşlar çok eğleniyorlar. Bir daha yap deniliyor, bir daha
yapıyorum. Her yaptığımda biraz geliştiriyorum. De Gaulle'ü oynuyorum, müdürü
oynuyorum. Giderek numarama ekler yapmaya başladım. Okulun başka öğretmenlerini
de oynuyorum. Ticaret öğretmenimiz Ülkü Ağbi'yi oynuyorum, Fizikçi Zinde Kip'i
oynuyorum... Hikâye gittikçe gelişiyor... De Gaulle, Müdür, Ülkü Ağbi, Zinde
Kip birlikte kerhaneye gidiyorlar. Genel evlerin kapısında açılış yapmak üzere
De Gaulle'ü bekleyen Belediye Başkanı'nı oynuyorum. De Gaulle'ü tanımayarak
içeri sokmak istemeyen sümüklü bekçiyi oynuyorum, kerhanedeki çaycıyı
oynuyorum, markacıyı oynuyorum... Okuldaki aksaklıklara ve siyasal konulara taş
atan bir monoloğa dönüştü benim taklitler. Muhalif ve gerilla bir gösteri
olarak geceleri yatakhanelerde yataklar kenara çekilip, bana boşaltılan bir
orta alanda, başka yatakhanelerden gelen izleyicilerle oluşan bir izdihamın
ortasında taklitlerimi yaparken, kimi zaman birinin panik halinde:
- Müdür! demesi
üzerine izleyiciler kaçışıyor, o an taklidini yapmakta olduğum okul müdürüyle
burun buruna geliyordum. Meğer müdür de kalabalığın arkasından izliyormuş beni.
Genetik kopyasıyla karşı karşıya gelen müdür gülmesini tutamazken, beni de
azarlamadan edemiyordu.
Okul içinde sınıflar
arası turne teklifleri almaya başladım. 11 Edebiyat'tan çağırıyorlar, gidip
yapıyorum. 12 Fen'den ağbiler çağırıyorlar, gidip yapıyorum. Ayı İsmail ağbi
var örneğin okulda, en korkutucu ağbilerden, o ne zaman emrederse, gece kaçta
isterse kalkıp yapıyorum. Ayi İsmail okulun en tehlikeli tiplerinden, ben okula
ilk girdiğimde onu bir hafta kadar, öğretmen sanmıştım. Hiç öğrenci gibi bir
hali yok. Kerli ferli, boyunbağlı, takım elbiseli bir yaşlı başlı adam, okulun
bahçesinde duruyor. Ağbiden çok amca niteliği arzediyor. Ben de gidiyorum
karşısına, selam verip:
- Bonjur mösyö!
diyorum. Çok korkutucu bir tip Ayı İsmail, alt çenesi o kadar dışarıdaki,
üst çene yok gibi.
Bir de aşırı kıllı bir
herif, hatta kıllı sözcüğü tam tanımlamıyor onu; tepeden tırnağa, tanrı-triko!
Örneğin sakal tıraşı oluyor, çenesinin beş parmak altına kadar tıraş
olursa, kıl o noktadan aşağıya dik yaka kazak olarak devam ediyor,
ilkbaharlarda V yaka tıraş oluyor, daha ferahlatıcı herhalde... Bir
gün gene ben, onu öğretmen sanarak, tokat mesafesi dışından
selamlarken:
- Gel buraya gel!
dedi. Yanaştım.
- Hoca mıyım lan ben?
diye kükredi, alt dudağı yere, üst dudağı göğe değerek. Lan, dediğine göre
öğretmen değil. Kim peki?
- Ben senin Ayı
İsmail ağbinim! Siktir git! cümlesiyle de konuya açıklık getirdi. Okulda böyle
bir İsmail ağbimiz olduğunu öğrendik.
Daha sonra da olay
aydınlandı: İsmail ağbi ve dört arkadaşı Ticaret Bölümü son sınıfındalar. Biz
okula girdiğimizde son sınıftalardı. Ben okuldan ayrılırken de aynen son
sınıftalardı. Hiçbir ilerleme kaydetmediler, benim Galatasaray'da geçen on
yılım sırasında. Onlar Ticaret Bölümü diye bir özgün bölümler. Biz okula
girdiğimizde Ticaret Bölümü kaldırılmıştı. Yani, teorik olarak kâğıt üstünde
kaldırılmış, pratik olarak uygulamadan kaldırılması için de, Ayı İsmail ve dört
arkadaşının mezuniyeti bekleniyor. Olmuyorlar mezun. Okuldan atılma,
uzaklaştırılma falan gibi şeyler yok. Lise son sınıfta bütün derslerden geçer
not alana dek yaşlanabiliyorsunuz. Bir lise diplomasının sınırsız beklenti
süreci söz konusu. Onlar zaten okulda falan kalmıyorlar, işleri güçleri var.
Ayı İsmail ağbi cam ticaretiyle uğraşıyor. Sınıf arkadaşı Cici Üstün'ün
Beyoğlu'nda kafeteryası var. Okulda, kantin, kooperatif gibi ticari işlere onlar
bakıyorlar. Beyoğlu'nda kiraladıkları bir apartman daireleri var, genelde orada
yaşıyorlar, ara sıra da nostalji olarak kimi geceler okulda kalıyorlar.
Yatakhanelerinde eğleniyorlar. Bizim yatakhanemiz üçüncü katta koridorun en
ucunda, İstiklâl caddesine bakan tarafta ve fakat caddeye değil, ara sokaktaki
keneflere bakıyor. Aynı katta, koridorun öbür ucunda Ayı İsmail ağbilerin
yatakhanesi var, yatakhanelerimiz aynı boyutta. Bizimkinde seksen kişi
kalırken, Ayı İsmail ağbiler, Galatasaray Hamamı kubbeleri üzerinden Boğaz'a
bakan yatakhanelerinde beş kişi kalıyorlar, suitli daireleri gibi. Orda
kaldıkları geceler Boğaz'a karşı rakı sofrası kuruyorlar, mutfaktan emrederek
mangal getirtiyorlar, sucuk getirtiyorlar, et getirtiyorlar... Belirli bir
saatten sonra patates istiyorlar... Gecenin bir saatinde de aklına geliyorum
Ayı İsmail'in:
- İbne De Gaulle'ü
yapan çocuğu hemen getirin! buyuruyor. O çocuk olarak ben derin uykudayım,
düşümde Madam Somerville'e neler neler yapmaktayım, dürtüklüyorlar, uyanıyorum.
- Kalk, Ayı İsmail
çağırıyor!
- Hassiktir!
Deli gibi kalkip
giyiniyorum. Müdür çağırsa ilgilenmem, sabah görüşürüm müdürle... Ama Ayı
İsmail bu, komutan gibi bir şey, kalkmamak söz konusu değil yani. Gidiyorum
huzuruna. Kafayı bulmuşlar, şarkılar söylüyorlar. Ayı İsmail bana:
- Yap bakiim İbne De
Gaulle'ü! diyor. Ben hemen yapıyorum. Ayı İsmail ağbi ve arkadaşları at gibi
gülüyorlar, sonunda Ayı İsmail ağbi, sanki babammış gibi ciddileşerek:
- Tamam sen git, yat!
diyor. Ben teşekkür ederek ayrılıyorum huzurlarından. Yatakhaneye gelip Ayı
İsmail'in taklidini yapıyorum sabaha dek. O gece yatakhane uykusuz.
Kalemimin Sapını Gülle Donattım, 2001
Ferhan Şensoy - FerhAntoloji
Bilgi Yayınevi, 2. Basım 2011, S. 27-32
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder