25 Mart 2012 Pazar

KALEMIMIN SAPINI GULLE DONATTIM - 14


       1968'de onuncu sınıftayım. 1969'da da onuncu sınıfta olacağımı henüz bilmiyordum. İlk 10'umdayım yani. O yıl, tedadüfün anüs deliği olarak, fransızların cumhurbaşkanı Charles De Gaulle'nin Türkiye ziyareti programının içine Galatasaray Lisesi de konuşlandırılmıştı. Okulu ziyaret edecek ve bir konuşma yaacaktı. Adam kasımın sonunda geldi, fakat eylül ayından itibaren De Gaulle'ü bekleyen bir hazırlık başladı okulda. Önce onun geçeceği orta yol asfaltlandı, asfalt yamru yumru bulundu, üstü bir kat daha asfaltlandı. O da beğenilmedi, bir yeni kat çekildi... Giderek otoyol gibi yükselmeye başladı o orta yol. Fransız cumhurbaşkanının geçerken görebileceği üç ön duvar badanalanmaya koyulundu. Değişik sarı tonları deneniyor, kuruyunca beğenilmiyor, devrisi gün üstüne yepyeni bir sarı renk sürülüyordu. Duvarlarda bir anlamda kalınlaşma görüldü. Bu hazırlık sürerken, oraya harcanan paranın bir yerlerden kısılması gerekmiş olmalı ki, birdenbire bizim yemekler dandikleşti, haftada üç çıkan gassay pilavı haftada bire indi, genelde mercimek, nohut biçimi bir askeri tabldot uygulaması gözlenmeye başlandı. Biz de bütün bunlar De Gaulle'ün yüzünden oluyor diye, çocuk beynimizde bir De Gaulle düşmanlığı geliştirdik. Haksız da sayılmayız, frenk cumhurbaşkanı Galatasaray Lisesi'ne uğramadan Tünel'den Taksim'e geçse, biz de yeşil demir parmaklıklar arasından:
          - Vive De Gaulle! Yaşasın De Gaulle! diye bağırsak, bütün bu düzenlemeler gerek kalmayacak.
          Neyse günü geldi, adam Galatasaray Lisesi'ne caddeden orta kapıdan, üstü açık siyah bir mercedesle, yanında zamanın Dışişleri Bakanı, bir Galatasaraylı ağbimiz İhsan Sabri Çağlayangil ile birlikte giriş yaptı. Alkışladık. Çünkü bizi yolun sağına soluna alkışlayalım diye dizmişlerdi ve iyi alkışlayıp alkışlamadığımız gözetim altındaydı. Çok uzun boylu adam, Tevfik Fikret salonunda, hepimizi şaşırtan bir konuşma yaptı. Bizler onu asker olmasından ötürü biraz aşşağılıyor, alt tarafı asker işte, diye dünerek tanıdığımız şube reislerine benzetmeye uğraşıyorduk. Ve fakat Charles De Gaulle:
          - Quelle secrête harmonie que ma visite en Turquie coïncide avec le centenaire du lycée de Galatasaray... diyerek girdi söze. Ne gizemli bir uyumdur ki Türkiye'yi ziyaretim Galatasaray Lisesi'nin 100. yılına denk düşüyor, biçiminde başlayan konuşmasıyla, bambaşka bir devlet adamı olarak çıktı karşımıza. Uzun cümleli, çok noktalı virgül kullanarak, edebî ve şiirsel bir fransızca konuşuyor, konuşmasının içinde, Bakî'den, Fuzûli'den, divan edebiyatından fransızca çeviri alıntılar söylüyor ve bütün bunları hiçbir kâğıda bakmadan, o an aklına gelmiş gibi, gözümüzün içine bakarak dile getiriyordu. Hiç de öyle boktan bir herif değildi yani... Sus pus olmuştuk. Biz balkonun en arka sırasında oturuyorduk. Hatta iyi görebilmek için, katlanan koltukları tam katlamamış, dikine tutarak ucuna oturmuştuk. De Gaulle sahnede konuşuyor, yanında da okul müdürü var, biraz sonra da konuşma yapacak, beklentide. Fransız cumhurbaşkanının boyu iki metreyi mütecaviz, bizim müdür ise boy olarak bir metrenin ırzına geçmek istiyor fakat ortada öyle gözle görülen bir tecavüz yok. Sahnede yanyana 1/2 kesirli konumda duruyorlar. Ben, De Gaulle'ün giderek güzelleşen konuşmasının bir yerinde artık dayanamayarak, bilinçaltı bir hıncımı kusarak, kendi kendime mırıldanırcasına, fısıltı halinde, sanki maçtaymışım, De Gaulle de penaltıyı vermeyen hakemmiş gibi:
          - İbne De Gaulle! İbne De Gaulle! diye söylenmeye başlamışım. Biraz sonra baktım, sağımdaki Kuku Mesut ve solumdaki Makas Adnan da bana katılmışlar, üçlü koro halindeyiz. Ben birden panik halinde sustum ve fakat slogan ön sıralara bulaşmıştı bile. Birden balkonda küçük bir fısıltı korusu oluştu, derken, benim engelleme çalışmalarıma rağmen, slogan balkondan salona döküldü, kısa bir süre içinde de net ve temiz üçyüz kişilik bir fısıltı korusu:
          - İbne De Gaulle! teranesini tekrarlar hale geldi. Nihayet terbiyesiz slogan sahneye dek ulaştı, kendisi de duymuş olmalı ki, birden konuşmasını yarıda keserek, yanındaki okul müdürüne, yani yeryüzüne döndü:
          - Qu'est-ce que ça veut dire ibné? diye sordu, haklı olarak. Ne demek ibne, diyor... De Gaulle, kendi ismi başına konulan sıfat nedir, onu soruyor. Müdür bombok oldu. Dili ağzının içinde akrobatik gösteriler yapmaya başladı, bu sırada şaşırtıcı gayet Gülhane Parkı sesler çıkarıyor, o seslerin neresinden çıktığına kendisi de çok şaşırıyorken, toparlandı, gökyüzüne, yani Charles De Gaulle'e döndü:
          - İbné De Gaulle, ça veut dire... C'est à dire... Ça veut rien dire! gibi bir veciz yumurtlamada bulundu. Hiçbir şey demek değildir, falan gibi bir şeyler zırvalamış oldu... De Gaulle'le göz göze geldiler. Müdür zeki adamdı, o da anladı cümlesinin orada üç noktayla bitemeyeceğini, noktalı virgül devam:
          - İbné De Gaulle, ça veut dire: Vive De Gaulle! Yaşasın De Gaulle! dedi ve belirli bir huzura erdi müdür. De Gaulle de onun üzerine yeryüzünden başını kaldırarak bizlere döndü:
          - Ah, bon alors; İbné Galatasaray! dedi.
          Derdi daha doğrusu, eğer ben gerçekten düşündüğüm gibi balkonun en arka sırasından, bu "İbne De Gaulle" korusunu başlatabilseydim, olaylar böyle gelişebilirdi yani. De Gaulle'e böyle bir puştluk yapmayı düşündüm ve fakat onun hepimizi ezen saygın ve kültürlü devlet adamı kişiliği karşısında böyle bir terbiyesizliği edemedim. İçimde ukde kalmış olmalı ki, o gittikten hemen sonra, Yüksekkaldırım'da şapkacılara koşup lazımlık biçim şapkasının tıpkısını yaptırdım ve bu şapkayı başıma takarak, okulda De Gaulle taklitlerine başladım. Benim oynadığım De Gaulle gene aynı stilde konuşuyor ama biraz bizim okulun iç işlerini biliyor ve yarı fransızca, yarı türkçe bir Galatasaray fransızcası kullanıyor:
          - Quelle secréte harmonie que ma visite en Turquie coïncide avec l'asphaltage, le badanaje et le bombokation des yemekages du lycée de Galataserail... biçiminde, yemeklerin bomboklaşması ve benzeri şikâyetlerimizi dile getiriyor. Taklidim çok tutulur oldu. Okulda akşam ikinci etütlerde sınıfta genel istek üzerine çıkıp yapıyorum. Arkadaşlar çok eğleniyorlar. Bir daha yap deniliyor, bir daha yapıyorum. Her yaptığımda biraz geliştiriyorum. De Gaulle'ü oynuyorum, müdürü oynuyorum. Giderek numarama ekler yapmaya başladım. Okulun başka öğretmenlerini de oynuyorum. Ticaret öğretmenimiz Ülkü Ağbi'yi oynuyorum, Fizikçi Zinde Kip'i oynuyorum... Hikâye gittikçe gelişiyor... De Gaulle, Müdür, Ülkü Ağbi, Zinde Kip birlikte kerhaneye gidiyorlar. Genel evlerin kapısında açılış yapmak üzere De Gaulle'ü bekleyen Belediye Başkanı'nı oynuyorum. De Gaulle'ü tanımayarak içeri sokmak istemeyen sümüklü bekçiyi oynuyorum, kerhanedeki çaycıyı oynuyorum, markacıyı oynuyorum... Okuldaki aksaklıklara ve siyasal konulara taş atan bir monoloğa dönüştü benim taklitler. Muhalif ve gerilla bir gösteri olarak geceleri yatakhanelerde yataklar kenara çekilip, bana boşaltılan bir orta alanda, başka yatakhanelerden gelen izleyicilerle oluşan bir izdihamın ortasında taklitlerimi yaparken, kimi zaman birinin panik halinde:
          - Müdür! demesi üzerine izleyiciler kaçışıyor, o an taklidini yapmakta olduğum okul müdürüyle burun buruna geliyordum. Meğer müdür de kalabalığın arkasından izliyormuş beni. Genetik kopyasıyla karşı karşıya gelen müdür gülmesini tutamazken, beni de azarlamadan edemiyordu.
          Okul içinde sınıflar arası turne teklifleri almaya başladım. 11 Edebiyat'tan çağırıyorlar, gidip yapıyorum. 12 Fen'den ağbiler çağırıyorlar, gidip yapıyorum. Ayı İsmail ağbi var örneğin okulda, en korkutucu ağbilerden, o ne zaman emrederse, gece kaçta isterse kalkıp yapıyorum. Ayi İsmail okulun en tehlikeli tiplerinden, ben okula ilk girdiğimde onu bir hafta kadar, öğretmen sanmıştım. Hiç öğrenci gibi bir hali yok. Kerli ferli, boyunbağlı, takım elbiseli bir yaşlı başlı adam, okulun bahçesinde duruyor. Ağbiden çok amca niteliği arzediyor. Ben de gidiyorum karşısına, selam verip:
          - Bonjur mösyö! diyorum. Çok korkutucu bir tip Ayı İsmail, alt çenesi o kadar dışarıdaki, üst çene yok gibi.
         Bir de aşırı kıllı bir herif, hatta kıllı sözcüğü tam tanımlamıyor onu; tepeden tırnağa, tanrı-triko! Örneğin sakal tıraşı oluyor, çenesinin beş parmak altına kadar tıraş olursa, kıl o noktadan aşağıya dik yaka kazak olarak devam ediyor, ilkbaharlarda V yaka tıraş oluyor, daha ferahlatıcı herhalde... Bir gün  gene ben, onu öğretmen sanarak, tokat mesafesi dışından selamlarken:
          - Gel buraya gel! dedi. Yanaştım.
          - Hoca mıyım lan ben? diye kükredi, alt dudağı yere, üst dudağı göğe değerek. Lan, dediğine göre öğretmen değil. Kim peki?
          - Ben senin Ayı İsmail ağbinim! Siktir git! cümlesiyle de konuya açıklık getirdi. Okulda böyle bir İsmail ağbimiz olduğunu öğrendik.
          Daha sonra da olay aydınlandı: İsmail ağbi ve dört arkadaşı Ticaret Bölümü son sınıfındalar. Biz okula girdiğimizde son sınıftalardı. Ben okuldan ayrılırken de aynen son sınıftalardı. Hiçbir ilerleme kaydetmediler, benim Galatasaray'da geçen on yılım sırasında. Onlar Ticaret Bölümü diye bir özgün bölümler. Biz okula girdiğimizde Ticaret Bölümü kaldırılmıştı. Yani, teorik olarak kâğıt üstünde kaldırılmış, pratik olarak uygulamadan kaldırılması için de, Ayı İsmail ve dört arkadaşının mezuniyeti bekleniyor. Olmuyorlar mezun. Okuldan atılma, uzaklaştırılma falan gibi şeyler yok. Lise son sınıfta bütün derslerden geçer not alana dek yaşlanabiliyorsunuz. Bir lise diplomasının sınırsız beklenti süreci söz konusu. Onlar zaten okulda falan kalmıyorlar, işleri güçleri var. Ayı İsmail ağbi cam ticaretiyle uğraşıyor. Sınıf arkadaşı Cici Üstün'ün Beyoğlu'nda kafeteryası var. Okulda, kantin, kooperatif gibi ticari işlere onlar bakıyorlar. Beyoğlu'nda kiraladıkları bir apartman daireleri var, genelde orada yaşıyorlar, ara sıra da nostalji olarak kimi geceler okulda kalıyorlar. Yatakhanelerinde eğleniyorlar. Bizim yatakhanemiz üçüncü katta koridorun en ucunda, İstiklâl caddesine bakan tarafta ve fakat caddeye değil, ara sokaktaki keneflere bakıyor. Aynı katta, koridorun öbür ucunda Ayı İsmail ağbilerin yatakhanesi var, yatakhanelerimiz aynı boyutta. Bizimkinde seksen kişi kalırken, Ayı İsmail ağbiler, Galatasaray Hamamı kubbeleri üzerinden Boğaz'a bakan yatakhanelerinde beş kişi kalıyorlar, suitli daireleri gibi. Orda kaldıkları geceler Boğaz'a karşı rakı sofrası kuruyorlar, mutfaktan emrederek mangal getirtiyorlar, sucuk getirtiyorlar, et getirtiyorlar... Belirli bir saatten sonra patates istiyorlar... Gecenin bir saatinde de aklına geliyorum Ayı İsmail'in:
          - İbne De Gaulle'ü yapan çocuğu hemen getirin! buyuruyor. O çocuk olarak ben derin uykudayım, düşümde Madam Somerville'e neler neler yapmaktayım, dürtüklüyorlar, uyanıyorum.
          - Kalk, Ayı İsmail çağırıyor!
          - Hassiktir!
          Deli gibi kalkip giyiniyorum. Müdür çağırsa ilgilenmem, sabah görüşürüm müdürle... Ama Ayı İsmail bu, komutan gibi bir şey, kalkmamak söz konusu değil yani. Gidiyorum huzuruna. Kafayı bulmuşlar, şarkılar söylüyorlar. Ayı İsmail bana:
          - Yap bakiim İbne De Gaulle'ü! diyor. Ben hemen yapıyorum. Ayı İsmail ağbi ve arkadaşları at gibi gülüyorlar, sonunda Ayı İsmail ağbi, sanki babammış gibi ciddileşerek:
          - Tamam sen git, yat! diyor. Ben teşekkür ederek ayrılıyorum huzurlarından. Yatakhaneye gelip Ayı İsmail'in taklidini yapıyorum sabaha dek. O gece yatakhane uykusuz.

Kalemimin Sapını Gülle Donattım, 2001
Ferhan Şensoy - FerhAntoloji
Bilgi Yayınevi, 2. Basım 2011, S. 27-32

Hiç yorum yok: