26 Mayıs 2015 Salı

Necati Cumalı - Ucuz Kültür

Necati Cumalı
         Tanıdığım bir oto elektrik ustası var, tiyatro tutkunudur. Ne zaman atölyesine uğrasam, son gördüğü oyunlardan, sevdiği oyunculardan söz açar bana. Böylelikle benim de o oyunlar, oyuncular üstüne kanılarımı yoklar, öğrenmeye çalışır. Geçenlerde onun atölyesinde karşılaştığım son model bir 220 Mercedes'in sahibi, biz onunla konuşurken araya girerek, tiyatrolarımızın pahalı olduğunu söyledi. Evcek, beş kişi gidecek olsalar yüz lira ödemesi gerekiyormuş. Usta da ben de tartışmak istemedik adamla. Öyle ya, o anda, Mercedes'ini kaça aldığını, yılda bakım, onarım, sigorta, vergi, yedek parça, yağ, benzin parası olarak ne ödediğini kalksam da kendisine ansıtsam ne değişirdi? Beş kişi tiyatroya gitmek için yüz lira ödemeyi çok bulduğunu söylerken, arabasının şarj dinamosunda değişecek kibrit kutusu kadar bir parçaya iki yüz lira ödediğini aklına bile getirmiyordu adam. Kendisiyle konuşmamız biraz ilerlese, biraz deşsem kurcalasam, hiç kuşkum yok kitap okuyamadığını da söyleyecekti. Kalıplaşmış özürü hazırdı dilinin altında. "Vaktim yok" ya da "Zaten bütün gün çalışmaktan yorgun düşüyoruz bir de geceleri kitap mı okuyacağız?" diyecekti. Gerçekte yabancım değildi o. Toplumumuzda çizgileri belirlenmiş bir tipin temsilcisiydi. Maça giderseniz, giriş ücreti ne olursa olsun kapalı tribünde görürsünüz onu. En iyi Boğaz lokantalarında, o beş kişilik ailesiyle sık sık yer içerken çıkar karşınıza. Karısının kürkü, yılan derisi çantası, küpeleri, yüzükleri, iğnesi üstündedir. Çoluk çocuğunu günün modasın göre giydirmiştir. Bir öğle yemeğine eli titremeden 600 - 700 lira öder. Dükkânında ya da gittiği kahvede vidosu elli liradan tavla, bezik oynar. Kısacası bütün bu işler için parası, vakti vardır ama tiyatroya, kitaba bir şeyler ödemesi gerekince yoksullaşıp cimrileşir.

         Doğrusu, tiyatronun pahalılığından, okumaya vakti olmadığından yakınması, çevresindekilerin de katılmasıyla, kendini kolaylıkla inandırdığı yalanlardır onun. "Daha çok kazan, daha rahat yaşa" diye özetlenebilecek özdeksel bir düzenin insanıdır o. Beynine verdiği bütün değer, kesesine katkısı ölçüsündedir. Tiyatroya gitmeyişinin nedeni, gerçekte tiyatroyu pahalı bulduğundan değil, tiyatroya gitmek gereksinmesini duymayışındandır. Sahnede bir oyun görmek, futbol alanında topun ayaktan ayağa dolaşmasını izlemek kadar kendisini ilgilendirmiyorsa ne diye gitsin tiyatroya? Düşüp kalktığı insanlar arasında her gün duyup dinlediği şey, falan yerdeki, falan lokantanın yerinin, yemeklerinin güzelliği, müzikli gazinolarda söylenen şarkıcıların dedikoduları ise, elbet o da çevresindekilerin gözünde değer kazanabilmek için, bu türlü lokantalarda yiyip içmek, bu gazinolara gitmek zorunda kalacaktır. Üstelik de rahatlıkla uyulabilen zorunluluklardır bunlar. Tanıdıklarından, çağdaşlarını, klasikleri okumuyor diye ayıplayan, küçümseyen var mı onu? Hazır kensini de, deniz kıyısında rakı içmekten, bezik ya da tavla oynamaktan, kitap okumaktan daha çok hoşlanıyorsa ne diye yorsun gözlerini? Hele bir de televizyon alırsa artık ne gereği kalır onun için kitabın, tiyatronun?

       Ne var ki kültür eksikliği açık açık damgasını vurur insana. Balzac "Kırkına gelen bir insan, yüzünün anlamından sorumludur." der. Gerçekten de kırkına gelen bir insanın yüzü, iç dünyasını bütün çıplaklığı ile ele verir. Dikkatle bakın çevrenizdekilere. Acıma, sevgi, vefa, dostluk nedir bilmeyen, duygusuzluğun, yalnızlığın, hayvanlaşmış bir yaşayışın anlamsızlaştırdığı yüzleri kolaylıkla seçer ayırırsınız. Hilelerin, para hırsının, küçük kurnazlıkların çizgileri açıkça sırıtır o yüzlerde. Kısacası, o yüzler doğuştan, uyumlu, biçimli, güzel bile olsalar artık çirkindirler. Gören bir göz, avuç falı, avuç çizgileri gibi okur o yüzlerdeki çizgilerin dediklerini. Otomobilleri, kükleri içinde de görseniz yaşadıkları rahatı hak etmediklerini kolaylıkla ayırırsınız böylelerinin.

         Ucuz kültür, kültür düşüklüğündeki çöküş, yaygın bir hastalık gibi sarar toplumu. Kitapla başlar her şey. İyi kitapların satışları azaldıkça, tiyatrolar, ayakta durabilmek için, edebiyata, sanata yabancı, Boğaz'ın sularına karşı rakı içmekten, midye dolmasından, ciddi şeyler okumaktan daha çok hoşlanan kimselere açmak zorunda kalırlar perdelerini. Kitapçılar, bu türlü kimselere seslenen hafif kitaplar seçerler. Böyle böyle kitaplar sudanlaşır, oyunlar sudanlaşır, sinemalar, televizyon programları sudanlaşır, genel bir yavanlıkla karşılaşırsınız ne yana baksanız. Basında alacalı bulacalı gazetelerin çoğalması, ağırbaşlı yazıların yerini gün günden artan çıplak kadın fotoğraflarının alması, birtakım çocuksu konuşmalarla gelişen fotoromanların gördüğü ilgi, dünyanın her yanında radyo, televizyon programlarında görülen ucuzluğa sapma, hep bu kültür düşüklüğüne ayak uydurmak zorunda kalmanın sonuçlarıdır. Bu yavan, bu ucuz kültürle beslene beslene, kırkını ellisini buldukları halde beyinleri boş kalmış, on onbeş yaşını aşamamış insanlar duldurur toplumu.


         Şu da var ki geniş bir tarih süreci içinde düşününce bu durumdan büsbütün karamsarlığa kapılıyorum kendi payıma. Gerçekte bütün o fotoromanların, radyo, televizyon programlarının alacalı bulacalı basının, sudan filmlerle tiyatro oyunlarının yaydığı, yine de gerçek bir kültürün artıklarından, getirilip kıyıya attığı döküntülerinden başka bir şey değildir. Klasik yapıtlardan kaçmış sızıltılar yanında, çağdaş yaşama kültürünün yankıları görünür bu ürünlerde. Fotoromanlardan, giyim kuşam, toplu yaşama görgüsü kapar okuyanlar. Tiyatrodan, radyolardan dilini geliştirir. Sinemada çağı ile karşı karşıya gelir. Bu etkiler de yararsız sayılarak küçümsenemez büsbütün.


         İnsana inanırsanız, kendini tanımak açlığını daima duyacağına da inanmanız gerekir. Bunun içindir ki rahatı arttıkça kendini dinleyecek zaman buldukça, bu açlıkla kültür yetersizliğini duyacaktır insan. Giderek, yukarıda andığım Mercedesliler gibi yeni zenginler de duyarlar bu eksiklerinin ayıbını. Çocuklarını yabancı okullara gönderebilmek için bunca çırpınmaları, günün koşullarına uyarak yabancılarla işbirliğine dayanan kendi rahat yaşayışlarını çocuklarının sürdürebilmeleri için olduğu kadar, bir yandan da kendi kültür yetersizliklerinden duydukları eziklikten kurtulabilmek içindir onların. Diyelim ki, çocukları o yabancı liselerden birini bitirir, İngilizce, Fransızca, Almanca öğrenir sonunda. Ne olur öğrenir de? Örneğin salt Fransızca bilmekle öğrenilebilir mi Fransız kültürü? Daha doğrusu Fransız kültürünü benimsemeye yanaşmadan Fransız dili teslim olur mu öğrenmek isteyene? O kültürün temel bir parçası değil midir dil? Yabancı bir dili öğrenenlerin, öğrendikleri dili konuşan insanların el kol devinimlerini, mimiklerini, duruş oturuşlarını kapmaları, giyinişlerini öykünmeleri boşuna mıdır?


         Bazen düzeyde kaldıkça, yabancı bir dili konuşmayı, okuyup yazmayı öğrenebilen bir kimsenin, o dilin kültürünü edinemediği görülebildiği gibi o dili bilmeden, o kültürü çeviri kitaplardan edinen bir kimsenin, o kültüre dilini bilenlerden daha çok yaklaştığı görülebilir. Örneğin çok güzel İngilizce bilen bir halı satıcısı ya da bir sarraf, İngiliz kültüründen habersiz kalabilir de hiç ingilizce bilmeyen bir öğretmen çeşitli kaynaklardan yararlanarak, Shakespeare'i, Dickens'ı, bütün klasikleri, Osborn'u, Bertran Russel'ı ile İngiliz kültürünü tanıyabilir.


         Sonuç olarak, bütün bu hazırlıklar, edinilen bilgiler, öğrenilen yabancı diller, başlangıçta ne erekle öğrenilirse öğrenilsin, gün gelir kültür açlığını doyurmasına yararlı olur insanın. Bu açlık gittikçe kendi özüne yaklaştırır kişiyi. Yabancı bir kültürden etkilenenler giderek bu açlıkla kendi özüne, kendi toplumuna, kaynaklarına döner. Bir dönemde hafif batı müziği tutkusuyla İngilizce şarkılar söyleyenlerin günümüzde halk türkülerimize çağdaş bir uyum katmaları bundandır.


         Bazen, ucuz bir kültürün toplumumuzu bütün boyutlarından nasıl sardığını gördükçe ürksem de karamsarlığa kapılamıyorum. Televizyonuyla, sinemasıyla, tekniği ilerlemiş baskı makinalarıyla, kültür sanayileşiyor çağımızda. Mal değeri kazanıyor. Bugün için, ortaya sürdükleri geçmişin serpintileri, artıkları da olsa, o büyük sanayinin kazanları her gün yeniden boş kalıyor. Günümüzün kültür öncüleri, ne kadar yalnız kalsalar, ne büyük güçlüklerle savaşır da olsalar, yarın onlarındır. Etkileriyle de olsa, ikinci ellerden de olsa, yarattıkları, bu büyük kültür sanayinin kanalından gün gelecek kalabalıklara yayılacaktır.


Cumhuriyet, 14 Nisan 1973