22 Kasım 2009 Pazar

Monte Kristo Kontu'nu Mafyalaştırmak - 11.10.2009





_
Aynı gece gösterilen 'Ezel' ve 'Kül ve Ateş' dizilerinin geçmişten gelip birdenbire ortaya çıkan erkekleri izleyicilere neden tanıdık geliyor?
_
(Orhan Tekelioğlu Arşivinden)
_
Sürekli izlemek gerektiğinden ben dizi izlemeyi sevmeyenlerdenim. İyi ki dizi siteleri var da, bir nedenle bakmam gerektiğinde, daha önceki bölümleri, hem de reklamsız haliyle kolayca bulup izleyebiliyorum. Pazartesi gecesi gösterilen ve bu sezon başlayan iki dizinin ilk bölümlerine (Ezel ve Kül ve Ateş) baktığımda eski Yeşilçam’ın tipik anlatılarından (kader kurbanının geriye dönmesi, öcünü alması) biriyle karşılaştım. Dünya sinemasının ve daha da öncesi dünya edebiyatının pek sevdiği bu anlatının ilk kurgulayıcılarından biri, Alexander Dumas olmalı. Evet, aklımda Monte Kristo Kontu romanı var ve bu anlatı popüler kültürün kitlesel araçlarında, Türkiye toplumunda kolayca kabul gören “kader kurbanları” efsanesi ile birleştiriliyor yıllardır. Ne olacak, bunda ne var derseniz, ben de size Monte Kristo Kontu anlatısının bir 150 yıl kadar öncesi erken modernite toplumunda geçtiğini hatırlatmakla işe başlarım. Hukuk sistemindeki eksik soruşturma ve daha da önemlisi “muktedirlerin” sistemi maniple etmesi sonucunda “masum” kişilerin hiç de hak etmedikleri cezalara maruz kalması öyküsünün mümkün olması için tek şeye ihtiyaç vardır: Hukuk sistemi ve ön soruşturma teknikleri ya yeterince gelişmemiş ya da sistem çürümüştür. Batı demokrasilerinde hukuk sisteminin halen böyle olduğunu düşünenlerden tek tük kalmış olsa da Batılı ülkelerdeki ezici çoğunluğun hukuki sisteme olan inancı ve verilen hükümlere olan güveni ortadadır. Monte Kristo Kontu’nun işaret ettiği toplum ve iktidar ilişkileriyle demokratik, insan haklarına saygılı ve hukuk sistemine değer veren bir toplumun alakası olamaz. Peki, o halde 2009 model Türk dizilerinde neden böylesi anlatılar revaçta, dizide tasvir edilen cinsten, tarihin derinliklerinden gelen, aniden peydah olan bu “esrarengiz erkekler” neden izleyiciye bu kadar tanıdık geliyor? Dizilerin sitelerine, forum alanlarına bakınca iş daha da tuhaflaşıyor. Soruyorlar: Acaba Ezel “cezayı” hemen mi kesecek, yoksa daha sonraya mı erteleyecek?
_
Başkaldırı
Durumu özetleyecek olursak, aynı gecede gösterilen iki dizideki benzerliklerin ardında ortak bir mantık silsilesi, bu ülkede oldum olası “gadre uğramanın”, “kaderin sillesini yemenin”, hakkın hukukun asla geçerli olmadığının açıkça tescili var. Hikâyenin buraya kadar olan bölümü bir tür “kötü kadere” işaret ediyor ki, bu tip anlatılar tüm modernite öncesi toplumlardaki inanç sistemlerinde vardır. Fakat Monte Kristo Kontu’nu modern yapan anlatının bundan sonraki gelişimidir: “Kader mahkumu” kaderine rıza göstermez, ona karşı bireysel bir başkaldırıyı göze alır, hapisten kaçar, kaçarken yardımcı olduğu ortağının hazinesinin de yardımıyla yıllar sonra yeni bir kimlikle, zengin bir aristokrat olarak geri döner. Ancak daha sonra ona kötülük yapanlardan öcünü alacak, mutluluğa erecektir. İlk bakışta sözünü ettiğim dizilerin anlatılarıyla Monte Kristo karakteri arasındaki benzerlikleri fark etmemek elde değil. Çok da heveslenmeyin, ayrıntılarda iş çatallanıyor. Öncelikle, Kont’un hikâyesinde detaylı olarak anlatılan geri dönüşten önceki “karanlık yıllara” ait ayrıntılara bizim dizilerde pek yüz verilmiyor, parça parça verilen detaylarda ise “mafyatik” ilişkiler hemen göze çarpıyor. Zaten her iki dizinin “sırlarla dolu” erkeklerinin yanında, onlara korumalık yapan ‘mafioso’ “ağır abiler” var. Kazık atanlar ise, Monte Kristo’nunki gibi hukuk sistemini temsil eden kişiler değil, yakın arkadaşlar ve daha da önemlisi, sevilen, âşık olunan kadınlar! Özellikle Ezel’de kadının neredeyse “şeytanileştiğini”, “recmi” hak ettiğini söylemek abartı olmaz. Söylenmeye çalışılan aslında şu: Masum olan, “saf” olan aslında erkektir. Peki öbür “kötü erkekler” ne olacak, arkadaşlığa ihanet edenler, sevgiliye göz koyanlar? Onlar için söylenen ise “kalleşlik” oluyor, argo sözlüklerine bakarsanız, bir başka “feminen” sıfat. Sözüne güvenilmeyen, arkadan vuran “kadınlaşmış erkekler”. Bu iki dizinin geleneksel, modernite öncesi değerlere yaslanan bir “erkekliği” ve hukuksuz bir “hak arayışı anlayışını” kutsadığı o kadar açık ki. Ne kadar ilginç değil mi, orta sınıfa mensup bir senaristler ekibi, farkında olmadan (belki de “bilinçdışılarının” yardımıyla) muhafazakârın muhafazakârı bir anlatıyı kurguluyorlar. Böylece, mafya “halk çocuklarının” ocağı, hapis “kader mahkumlarının” evi, ceza eninde sonunda “hak edenin” ödeyeceği diyete dönüşüyor. İyi de, hani nerede, Monta Kristo’nun bireyselleşmesi, kendini yetiştirmesi, düşmanları “ayarına” gelmesi? Çünkü Kont’un hikâyesinde öğrenilen diller, bilgiler var, Monte Kristo geldiği dünyada asla “sırıtmıyor”, aksine kolayca bir aristokrat olarak kabul ediliyor, düşmanları tarafından bile arkadaş edinilmeye çalışılıyor. Hâlbuki bir bakın örneğin Kül ve Ateş’in Ömer’ine, oteli var ama oteli yönetecek bir bilgi birikimine sahip değil, yanındaki korumaya “personel müdürlüğünü” hediye edebiliyor. Kılığı kıyafeti en sıradanından (Nerede Kurtlar Vadisi’nin afili abileri? Hoş, onlar İstanbul işi mafyözler, Ömer ise bir taşralı, Antakyalı bir “ağır abi”), düşüncelerinde en ufak bir entelektüel pırıltı yok, sadece yeri geldiğinde sûfiyâne sözler sarf ediyor. Zaten popüler kültürün harcamaya en meyyal olduğu konuların başında sûfizm geliyor. Bir yanda semazenler yerli yersiz sema dönüyor, öte yanda her önüne gelen postnişin gibi sürekli olarak “derûnî” sözler serd ediyor. Bu noktada, Monte Kristo Kontu’nun anlatısı ile ikinci fark şekilleniyor. Türkiye’de sınıf atlamak için eğitime, bilgiye, dil bilmeye falan gerek yok. Öncelikle cebinde paran, altında en pahalısından bir dörtçekerin, yanında “sosyetik” bir güzel, gözlerde “anlaşılmaz” bakışlar ve en önemlisi içinde “hırs” olsun yeter. Bir tür “yetişkin eğitimi” gibi bu diziler aslında. Sosyolojik olarak zayıf bir gruba mı mensupsun, dert etme aslanım! Sen de “kaderin sillesini” yemişsin, tamam, önce benzerlerini bul, önce başındaki lidere biat et, sıranı bekle, sonunda, liderin sana “el verir”, sen de yukarı çıkarsın. Anladık senin de “hakkın” yenmiş, “öcün” var, biraz bekle, öcünü sonunda alacaksın. Bu sıralar, milletimizin en beğendiği slogan bu zaten. Öç, soğuk servis edilen bir yemekmiş!Uzunca bir süredir, TV’lerin yeni muhafazakârlığın asıl kaynakları olduğunu yazıyorum ve yeni orta sınıfa mensup, iyi eğitimli, çok daha farklı anlatılar kurgulayabilecek yetenekteki senaristlerin işlerine bakınca, haklı çıkmaktan hiç mutlu değilim. Bu arkadaşların kafasının, canlı yayınlanan şarkıcılı-türkücülü şovların sahiplerinden bir nebze farklı olmasını beklemek çok mu?
_
ORHAN TEKELİOĞLU: Bahçeşehir Üni.

Hiç yorum yok: