Sözlerime 3 yıl
önce, 2014’te yayımlanan "Paralel Yürüdük Biz Bu Yollarda" isimli
kitabımın önsözünden bir alıntıyla başlayacağım. AKP ve Gülen Cemaati
arasındaki mafyatik iktidar ortaklığının nasıl dağıldığını anlatan bu
inceleme-araştırma kitabımın önsözü şöyle başlıyor:
“Türkiye’yi
siyasal ve toplumsal olarak beraber dönüştüren iki güç olan AKP ile Gülen
Cemaati’nin birlikteliği ve yancı desteğiyle sürdürülen, adına iktidar denilen
kanalizasyon patladı. ‘Yeni Türkiye’ denilen garabeti inşa eden, amaca ulaşmak
için her türlü araca başvurmanın uygun olduğu Makyavelist bir anlayışın hâkim
olduğu iki güç; AKP ve Cemaat ayrıştı.
Her ikisi de
sistemin ve toplumun demokratikleşmesini değil, kendi otoritesini hâkim güç
kılmak üzerinden, içinde örgütlenmeye çalıştıkları devleti ele geçirmek isteyen
güç odakları.
Uzun vadede söz
sahibi tek güç olacaklarını düşündükleri devletin otoritesine bağlılığı
sarsılmaz kılmaya çalışan bir anlayışa sahip bu iki odak, gördük ki bir yandan
ortak düşmanlarla mücadele ederlerken öte yandan birbirlerini yok etmeye dönük
hamleler için malzeme biriktirmişler.
Bu malzemelerin
kullanılacağı günün yaklaştığı, kanalizasyondaki pis kokunun uzun süredir
dışarıya yayılmasından belliydi. Medya köşelerinden yapılan tehditler, el altından
yapılan tasfiyeler, zaman zaman sızdırılan telefon konuşmaları, hukuksuzluk
üzerine kurulu polis-yargı operasyonlarının, ortak düşmanlardan sonra iktidar
bileşenlerini hedef alması yaşanacakların işaretiydi.
Ortalıkta yok
edilecek düşman kalmadığına kanaat getirince, devletin sahibinin kim olacağı
kavgasına tutuşarak birbirlerini hedef aldılar. Evet, ortalığı pislik götürdü,
götürüyor. Görünen o ki bir süre daha böyle olacak. Dinin, etik değerlerin alet
edildiği bu savaşta tarafların ihtiyaçlarını karşılayan yalanlar, tarafları
nezdinde gerçeklerden daha itibarlı. Bu yüzden yapılan savunmalara kimse
aldanmasın. Bu savaş, ne demokrasi ve temiz toplum ne de birilerinin iddia
ettiği gibi barış ya da sivilleşme için yaşanıyor. Sadece devletin sahibi kim olacak
diye savaşılıyor.”
Bu satırlar
yayımlandıktan sonra, AKP ve Gülen Cemaati arasındaki savaş daha da
şiddetlendi. 2007’deki Ergenekon soruşturmalarıyla başlayan sahte bir tarih
yazımı sürecinin iktidar ve suç ortaklarının devletin ve ülkenin yağmalanmasında
kimin daha çok pay alacağıyla ilgili savaş bir darbe kalkışmasına kadar uzandı.
15 Temmuz 2016’da 250 insanın katledildiği kanlı bir kalkışma yaşandı.
Tek failinin
Gülen Cemaati olduğuna inanmamız istenen bu kalkışmanın hükümet tarafından
önceden bilindiğine yönelik ciddi kuşkular var. Üzerinden bir yıl geçtiği ve
çok sayıda soruşturma açılmasına rağmen kuşkular azalmak yerine giderek arttı.
İhtiyaç duyulan ‘Kontrollü Kaos’ için yol verildiği zannına kapılmamıza neden
olan birçok emaresiyle karanlıkta kalması istenen 15 Temmuz Darbesi son 10 yıla
yayılan sahte tarih yazımının da en önemli kilometre taşı oldu. İçinde sıklıkla
geçen “demokratikleşme, sivilleşme” sözcükleriyle, yalanlarla kurgulanmış bu
sahteliğin tek gerçeği ise darbecilerin katlettiği insanlar oldu.
Darbenin
karanlıkta bırakılmak istenen yanlarına dair sorular sormamız, ‘Kontrollü Kaos’
dememiz boşa değil. Kalkışmanın hedefindeki kişi Recep Tayyip Erdoğan henüz
ülke kan gölünün ortasındayken niyetini açık eden cümleyi ağzından kaçırmış,
“Bu darbe bize Allah’ın bir lütfudur” demişti. Lütuf denilerek kastedilenin ne
olduğunu hep birlikte gördük, yaşadık, yaşıyoruz. Hakikati dile getirenlerin,
suç düzenine itiraz edenlerin, gasp edilen haklarını talep edenlerin seslerinin
kısılıp boğulmaya çalışıldığı ve giderek koyulaşan karanlık günlerden
geçiyoruz. Kısaca özetlemekte fayda var.
Darbe
engellenmesine engellendi ama ilan edilen Olağanüstü Hal (OHAL) ile temel hak
ve özgürlüklerin tümü askıya alındı.
Onbinlerce
insan "Darbecilik, FETÖ’cülük" suçlamasıyla gözaltına alındı, 50
binden fazlası tutuklandı. İşkencelerden geçirilenler oldu.
Kanun Hükmünde
Kararnamelerle (KHK) devletin ve toplumun Türk-İslamcı bir biçimde dizaynına
hız verildi. "Bizden olanlar, olmayanlar." ayrımının tek ölçüt kabul
edildiği kuşkularını haklı çıkaran uygulamalarla kamudan tasfiyeler başlatıldı.
110 binden fazla kamu görevlisi ihraç edildi. Güvenlik, yargı, eğitim gibi
devletin temel organları başta olmak üzere kamuda doğan boşluk liyakatin değil
biat etmenin temel alınmasıyla AKP kadrolarınca dolduruldu.
Yıllarca
öğrenci yetiştirmiş bilim insanları, öğretmenler bir anda ‘terörist’
olduklarına hükmedilerek işsiz bırakıldılar. Hakkı olanı geri almak için
mücadelesini açlık greviyle sürdürenlere dahi yanıt hapishane oldu.
Fiili olarak
ortadan kalkmış olan güçler ayrılığı prensibini resmi olarak da ortadan
kaldıracak düzenlemelerin yolu OHAL koşullarında, sandık güvenliği olmadan
yapılan şaibeli bir referandumla açıldı.
Türkiye’de her
zaman sorunlu olan, istisnai örneklerle varlığını kanıtlamaya çalışan yargı
bağımsızlığı ve tarafsızlığı, kendilerini iktidarın menfaatlerine memur tayin
eden hâkim, savcılar eliyle tamamen ortadan kalktı. Tutuklama terörüyle gasp
edilen kişi özgürlüğünün ihlali, geçerli 6 milyon oy sahibinin iradesini temsil
eden Meclis’in üçüncü büyük partisine de uzandı. HDP’nin eş genel başkanları,
milletvekilleri ve yine seçilerek göreve gelmiş birçok belediye başkanı esir
edildi. Ve hatta bu tutuklamaların yolunu açan düzenlenmeyi “teröristleri
koruyorlar” tezviratı yapılacak korkusuyla onaylayan ana muhalefet partisi
CHP’nin bir vekiline kadar vardı tutuklamalar.
Bir çok sivil
toplum örgütü kapatıldı. Hak savunucuları tutuklandı. Onlarca şirkete el
konuldu.
Darbenin
engellenip demokrasinin taçlandırıldığı söylenen ülkede yazılı, görsel, işitsel
yayın yapan onlarca medya organı kapatıldı. Soruşturma, dava, tutuklama
tehditleri ve ekonomik baskılara rağmen hâlâ direnmeye çalışan birkaç gazete ve
bir avuç gazeteciyi saymazsak hakikati perdelemeden yayın yapan tek bir medya
organı ve gazeteci kalmadı. 150’den fazla gazeteci de hapislere tıkılınca
Türkiye yeniden ‘dünyanın en büyük gazeteci hapishanesi’ ünvanına kavuştu. Öyle
ki; Türkiye tek başına, diğer bütün ülkelerin hapishanelerinde tutulan
gazetecilerin toplamından daha fazla esire sahip konumunda.
Hapiste
olmadığı halde tutuklu bulunan, yani sansür ve otosansür kıskacındaki
gazetecileri de listeye eklediğimizde tablo daha da karamsar bir hal alıyor.
Sansürün koyu gölgesi nedeniyle farklı sermaye gruplarının sahipliğinde yayın
yapan çok sayıda medya organı bulunmasına rağmen tek sesli yayıncılık anlayışı tüm
ülkeye hâkim olmuş durumda.
Cumhurbaşkanı
Erdoğan uykusunda konuşsa canlı yayın yapmak zorunda olan televizyon
kanallarında, iktidar komiserleri olmadan siyasal program yapmak da yasak.
Medyanın durumu
böyle olunca, siyasal eleştiri mecrası olarak sadece sosyal medya araçları
kalmış oldu. Eğer erişim engellenmemişse, eğer internet devlet sansürüyle
kesilmemişse, eğer AKP’nin kadrolu internet trolleri ve muhbir vatandaşlarının
ve savcılarının hoşuna gitmeyecek şeyler yazmamışsanız eleştiri hakkınızı
kullanmanın önünde bir engel yok. Ancak, bu hakkınızı kullandığınız için
tutuklanmayacağınızın garantisi de yok.
Engellenmiş bir
darbe kalkışması sonrasında memleketin içerisinde bulunduğu karamsar tablonun
kısa özeti böyle. Aslında bu kadar laf kalabalığını tek bir cümleye sığdırmak
da mümkün:
15 Temmuz’da
darbe engellendi ama cunta iktidar oldu!
Darbe
kalkışmasından sonra hazırlanan iddianamelerde Gülen Cemaati’nin amacı şöyle
anlatılıyor:
“Türkiye
Cumhuriyeti devletinin tüm Anayasal kurumları olan Yasama, Yürütme ve Yargı
erklerini ele geçirmek ve bu süreç tamamlandıktan sonra devleti, toplumu ve
fertleri FETÖ’nün ideolojisi doğrultusunda yeniden dizayn ederek; oligarşik
özellikler taşıyan bir zümre eliyle ekonomik, toplumsal ve siyasi gücü
yönetmek.”
Bir lütuf
olarak görülen kanlı bir kalkışmadan bugüne uzanan süreçte ortaya çıkan, biraz
önce özetlediğimiz tabloya baktığımızda, iddianamelerde anlatılan bu amacın gerçekleşmediğini
kim söyleyebilir?
Türkiye
Cumhuriyeti devletinin tüm Anayasal kurumları olan Yasama, Yürütme ve Yargı
erkleri ele geçirilmedi mi?
OHAL ve KHK’ler
aracılığıyla devleti, toplumu ve fertleri kendi ideolojileri ve menfaatleri
doğrultusunda dizayn etmeye çalışmıyorlar mı?
Devleti ve
ülkenin kaynaklarını talan etme niyet ve kararlılığında, oligarşik özellikler
taşıyan bir zümre eliyle ekonomik, toplumsal ve siyasi gücü yönetmeye
çalışmıyorlar mı?
İşte bu
nedenlerle Gülen Cemaati’nin en büyük yenilgisi olan 15 Temmuz Kalkışması, aynı
zamanda en büyük zaferidir.
Çünkü Fethullah
Gülen’in idealize ettiği devlet, toplum ve fert modeli 15 Temmuz kalkışması
sonrasında hayata geçirilmiş oldu. İnşa süreci hızla devam eden ve demokrasinin
yanında yer alan herkesin karşı çıkması gereken sistem kimin elinde olursa
olsun, patenti Fethullah Gülen’dedir.
Tam da bu
nedenle Fethullah Gülen ve cemaati ne istediyse, Recep Tayyip Erdoğan ve AKP
hükümeti vermiştir.
Şimdiyse, kanlı
bir kalkışmanın ardındaki güçlerden birisi olduğu kuşku götürmez bir gerçek
olan Gülen Cemaati’nin, FETÖ diye anılan bir canavara dönüşmesinde hiçbir
sorumlulukları yokmuş gibi davranıyorlar.
Suçlu
olduklarını söylemeyelim, gerçekleri anlatmayalım istiyorlar.
Darbecilerce
katledilenlerin kanlarını ucuz ve sığ bir siyasetin demagoji malzemesi
yapıyorlar.
Çünkü gücü
elinde tutanların tek bir amacı var: Totaliter iktidarlarını her ne olursa
olsun sürdürmek.
Ve bunun için
her türlü kötülüğü yapacak, herkesten vazgeçebilecek bir ruh halinde olacaklar.
Uzun iktidar yolculukları, birlikte yola çıktıklarından birer birer
vazgeçtiklerinin örnekleriyle dolu bir tarihi barındırıyor. İşlerinin bittiğini
düşündüklerini, kullanım süresi dolanları, ihtiyaç kalmayanları geride bırakıp
yollarına devam ettiler. Destekçilerinden, işbirlikçilerinden, suç
ortaklarından ve hatta dava arkadaşlarından vazgeçtiler. Elbette kalanlara da,
saflarına ekledikleri yeni kullanışlılara da sıra gelecek.
Medyanın
neredeyse tamamını iktidarlarının borazanı haline getirenler, suçlarını ve kötü
niyetlerini ortaya koymakta diretenleri ise hapsederek susturmaya çalışıyorlar.
Korkacağımızı,
susacağımızı sanıyorlar. Bir kez daha yanıldıklarını göstermek için anlatmaya
devam edelim…
45 yıllık
geçmişi bulunan Gülen Cemaati’nin, ilk 30 yılda tamamladığı devlet içindeki
yatay örgütlenmesinin dikey bir gelişim seyri izlemesi ise son 15 yılda
tamamlandı. İktidarına gayrı resmi ortak olduğu AKP hükümetinin sağladığı
olanaklarla Gülen Cemaati’nin, adeta devleti kendisine paralel hale getirmek
için önünde engel kalmadı.
Cemaat, polis
ve yargı teşkilatları ile ordudaki operasyonel birimlerde hayli güç
biriktirmişti. AKP iktidarıyla birlikte stratejik mevki ve makamlara yerleşmek
de zor olmadı. Sonrasında ise, ele geçirilmesi planlanan resmi ya da sivil tüm
alanlardaki alternatif ve rakip olabilecek aktör, kişi ve kurumlar tasfiye
edilerek, kendilerinin önceliklerini belirleyen bir nüfuz alanına kavuşmuş
oldular.
Doğru
ifadesiyle söylersek, Gülen Cemaati’nin devlet ve toplum için en tehlikeli hale
gelecek güce erişmesinin en büyük sorumlusu, “Ne istedilerse veren” ve “yaptığı
yardımlar için af dileyerek” suçunu da itiraf eden Recep Tayyip Erdoğan ve 15
yıldır tek başına iktidar olan AKP’dir. Dolayısıyla 15 Temmuz kalkışmasının da
sorumluları arasındadırlar.
Birkaç somut
örnekle açıklayacağım ancak öncesinde bir anımsatmada bulunmakta yarar var.
Ergenekon ile
başlayıp Balyoz, Askeri Casusluk ve başka birkaç soruşturma ile sürdürülen bir
dizi kumpas davasıyla Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) içerisinden Gülen Cemaati
mensubu olmayan çok sayıda subay tasfiye edildi. Tutuklanmaktan kurtulanların
terfileri bile çeşitli haysiyet cellatlıklarıyla engellendi.
O dönemde
başbakan olan Erdoğan, kendisini bu davaların savcısı olarak ilan etmişti.
AKP hükümeti de
siyasal onay makamı olarak bir yandan hukuksuzluklara suç ortaklığı yaparken,
öte yandan kumpasların faillerine yönelik eleştiri ve suçlamalara karşı da
kendini siper etmişti.
Şimdiyse, o
dönemin suç ve günahlarının tüm yükünü Gülen Cemaati’nin sırtına yükleyerek
kendi rollerini ve suçlarını gizlemeye çalışıyorlar.
O dönemde
cemaatin komplolarıyla hapsedilen, AKP, Cemaat ortaklığının medyadaki
tetikçileri tarafından infaz edilmeye çalışılan çok sayıda kişi vardı. Bu kişilerden,
aralarında gazetecilerin de olduğu bazılarının, AKP’nin suçlarının
gizlenmesinin kolaylaştırıcısı/ortağı haline geldiğini, hatta bu dönemin
haysiyet celladı olarak sahnede bulunduklarını da belirtmeden geçmeyelim.
Konumuza
dönersek, Gülen Cemaati söz konusu kumpas davalarıyla TSK’deki terfi listesi ve
sırasını menfaatleri ve amaçları doğrultusunda şekillendirerek kendi
mensuplarının önünü açmış oldu.
TSK’de Cemaat
mensubu olmayan subaylar elbette bu davalarla saf dışı bırakılanlardan ibaret
değildi. Kalanların saf dışı edilmesi için Cemaat’in yardımına koşan yine AKP
hükümeti oldu. Hem de aralarındaki savaş sürerken.
Bakalım neler
olmuş…
2012 Mayıs’ında
yapılan yasal değişiklikle, askeri personelin 15 yıllık mecburi hizmet süresi
10 yıla indirilmişti. Cemaat böylece, kendilerinden olmayan subaylardan
bazılarının ordudan ayrılacağını hesaplıyordu. Öyle de oldu. Kumpas davalarıyla
yaratılan korku iklimi ve TSK’nin yaşadığı itibar kaybı nedeniyle istifalar
yaşandı.
Bu ilk yasal
değişiklikten sonra gerçekleşen önemli bazı düzenlemeler ise ilginç bir şekilde
AKP ve Cemaat arasındaki savaş başladıktan sonra yapılmıştı.
AKP ve Gülen
Cemaati arasındaki savaşı bir meydan muharebesine çeviren ve aralarındaki
ilişkiyi onarılamaz biçimde koparan 17/25 Aralık 2013’teki yolsuzluk
soruşturmalarıydı. Suriye iç savaşında rejim karşıtı olarak çarpışan bazı
selefi cihatçı gruplara silah ve mühimmat yardımı yapıldığını kanıtlayan MİT
TIR’ları operasyonları da bu süreçte gerçekleştirilmişti.
İşte
ilişkilerin böylesine kopuk olduğu bir dönemde bazı AKP milletvekillerinin
talep, öneri ve oylarıyla gerçekleşen yasal değişiklerle TBMM’de askerlikle
ilgili bazı düzenlemeler yapıldı.
İlkin 11 Şubat
2014’te Meclis’in çoğunluk gücü olan AKP’nin benimsemesiyle yapılan düzenleme
ile TSK’de terfiler 1 yıl öne çekildi. Böylece aralarında çok sayıda Cemaat
mensubu olan 4 yıllık albaylar ve 3 yıllık generaller de terfi kapsamında
Yüksek Askeri Şura’ya (YAŞ) dâhil edilmiş oldu. Düzenlemeyle aynı zamanda,
Cemaat mensubu olmayan ve YAŞ kararlarında terfi alamayan generaller de bu
şekilde emekli edilerek TSK dışına çıkarılmış olacaktı.
İkinci
değişiklik 2 ay sonra gerçekleşti. 12 Nisan 2014’te yürürlüğe giren TSK Yüksek
Disiplin Kurulları Yönetmeliği’yle ordudan ihraçları değerlendirmek üzere yeni
Yüksek Disiplin Kurulları oluşturuldu. Bu kurulların çalışma esaslarını
belirleyen Subay Sicil Yönetmeliği’nde yapılan değişiklik, irticai faaliyetler
nedeniyle TSK’den ihraçların önünü kesiyordu.
Bir diğer
değişiklik 37 AKP’li vekil tarafından 30 Aralık 2015’te Meclis Başkanlığı’na
sunuldu. Bu kanun değişikliğiyle, albaylıktan generalliğe terfi için bekleme
süresi 4 yıla indirilmiş oluyordu. Bu şekilde, Cemaat mensubu olan ancak terfi
sırası gelmemiş albayların general olmasının da yolu açılmış oldu.
Son değişiklik
6722 sayılı TSK Personel Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair
Kanun’du.
1988 ve daha
önceki yıllarda Harp Okullarından mezun olmuş subaylar, Gülen Cemaati’nin
örgütlüğünün en zayıf olduğu gruplardı.
Söz konusu yasa
değişikliği de, orduda hizmet süresini 28 yıla indiren düzenlemeler
öngörüyordu.
Böylece Cemaat,
kendisinden olmayan subayları en çok sayıda bulunduğu üç devreyi birden topluca
emekli ederek TSK dışına çıkarmış olacaktı.
15 Temmuz
darbesi girişiminin en önemli aktörleri oldukları öne sürülen generaller Mehmet
Dişli ve Mehmet Partigöç’ün hazırladığı bu tasarının, bir madde hariç tümünün,
yasa kabul edilir edilmez yürürlüğe girmesi öngörülüyordu. 2016 Ağustos
Şurası’ndan sonra yürürlüğe girmesi öngörülen ise, Cemaat’in en az örgütlü
olduğu 1988 ve önceki yıllardaki mezunları kapsayan üç devrenin birden toplu
olarak emekli edilmesiyle ilgili maddeydi. 23 Haziran 2016 gecesi, tasarının
Meclis’teki görüşmeleri sırasında AKP Grubu’nun verdiği bir önergeyle, o
maddenin de kanun çıktığı anda yürürlüğe girmesi sağlandı.
AKP hükümetinin
sınırsız desteğiyle yürütülen kumpas davaları ve yine hükümet eliyle yapılan
yasal düzenlemelerle Gülen Cemaati’nin TSK içinde hedeflediği tasfiyeler büyük
oranda gerçekleşmiş oldu. Bunların ne anlama geldiğini de 15 Temmuz sonrasında
ortaya çıkan tablo gösterdi.
CHP’nin
hazırladığı, “Öngörülen, Önlenmeyen ve Sonuçları Kullanılan Kontrollü Darbe”
başlığını taşıyan, TBMM 15 Temmuz Darbesini Araştırma Komisyonu’nun raporuna
yönelik muhalefet şerhini içeren raporundan yapacağım alıntı söylemeye
çalıştığımı daha anlamlı kılacak.
Raporda yer
alan bilgilere göre, kumpas davalarından sonraya rastgelen 2011, 2012 ve 2013
yıllarındaki YAŞ kararlarıyla terfi eden generallerin neredeyse tamamı FETÖ
üyesi olmakla suçlanıyorlar. Biraz önce anlattığım AKP hükümetinin yaptığı
yasal düzenleme ve değişikliklerden sonraki döneme rastgelen 2014 ve 2015
yıllarındaki YAŞ kararlarıyla albaylıktan generalliğe terfi edenlerin de yüzde
80’ine aynı suçlama yöneltilmiş.
Bu arada
1985’ten AKP’nin iktidara geldiği 2003’e kadar Gülen Cemaati mensubu oldukları
iddiasıyla toplamda 400 personelin TSK’den ihraç edildiğini, ancak 2003’ten
darbe kalkışmasının yaşandığı tarihe kadar ise herhangi bir ihraç yaşanmadığını
vurgulamakta yarar var.
Uygulanmayan
2004 Milli Güvenlik Kurulu (MGK) kararlarından da bahsettikten sonra Gülen
Cemaati’nin darbe kalkışmasına girişecek kadar TSK içinde böylesine etkili bir
güce ulaşmasında AKP hükümetinin azımsanmayacak katkılarını anlatmaya
çalıştığım bu bölümü bitireceğim.
25 Ağustos
2004’deki MGK toplantısı yapıldığında AKP iktidardaki ikinci yılını doldurmak
üzereydi. Bildiğiniz gibi MGK, en üst düzeyde asker ve sivil yöneticilerin bir
araya gelerek, kurula adını veren milli güvenlik konularının görüşüldüğü,
tavsiye niteliğinde kararların alındığı bir toplantıdır. Kararları da mutlaka
gizli tutulur.
Ancak 2004 MGK
kararları birkaç yıldır biliniyor.
Bugünkü
Türkiye’nin inşası sürecine yaptığı katkılarla maruf Taraf gazetesinde 28 Kasım
2013’de manşetten yayımlandı.
AKP-Cemaat
savaşının ilk dönemlerinde yayımlanan ve çatışmaların daha da şiddetleneceğinin
işaret fişeği olan bu haberle birlikte öğrendik MGK toplantısının kararlarını.
15 Temmuz darbe
girişiminden 12 yıl önce yapılan bu MGK toplantısının konusu, Gülen Cemaati’nin
gelecekte yaratacağı tehlikeye işaret ediyormuş. Bu nedenle toplantıda, “Fethullah
Gülen Grubunun Faaliyetlerine Karşı Alınması Gereken Tedbirler” başlığıyla,
Cemaat’e karşı bir eylem planı hazırlanması tavsiye kararı olarak dönemin TSK
yönetimi tarafından AKP hükümetine bildirilmişti.
Dönemin
Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Dışişleri
Bakanı Abdullah Gül ve 5 ayrı bakanın yanı sıra Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök
ve MGK’nin diğer asker üyeleri olan kuvvet komutanları Aytaç Yalman, Özden
Örnek, İbrahim Fırtına ve Şener Eruygur tavsiye kararının altındaki imzaların
sahipleriydi.
Önerinin sahibi
olan TSK, karar uyarınca oluşturulacak eylem planı çerçevesinde Gülen
Cemaati’nin yurt içi ve dışındaki faaliyetlerinin hassasiyetle takip edilerek,
ileride yaratabileceği tehlikelere karşı radikal tedbirler alınmasını
öneriyordu. Bu tavsiye kararlarında imzası bulunan komutanlardan üçünün kumpas
davalarında tutuklandığını anımsatıp hükümetin neler yaptığını anlatarak devam
edelim.
Haberin Taraf
Gazetesi’nde yayımlanmasından sonra AKP’nin de seçmen tabanını oluşturan muhafazakâr
kamuoyunda oluşan tepkiler üzerine hükümetten peş peşe açıklamalar yapıldı.
Açıklamaların ortak noktası; kararların tavsiye niteliğinde olduğu ve hükümetçe
yok sayılarak hiçbir zaman uygulanmadığıydı. Dönemin Başbakan Başdanışmanı olan
Yalçın Akdoğan Twitter hesabından, “2004’teki MGK kararı hükümet tarafından yok
hükmünde kabul edilmiş, hiçbir bakanlar kurulu kararı alınmamış, hiçbir işlem
yapılmamıştır.” açıklamasını yapmıştı. Dönemin Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç
da “10 yılda MGK’de kabul edilen hiçbir şey hayata geçirilmediği gibi biz;
dindarları, dini grupları mağdur edecek hiçbir şeyi hayata geçirmedik. Milli
Güvenlik Siyaset Belgesi’nin işlevselliğini biz ortadan kaldırdık.” demişti.
Arınç’ın açıklamasında, Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’ne vurgu yapılması da
önemli. Zira Milli Güvenlik Siyaset Belgesi, devletin iç ve dış tehdit olarak
belirlediği grupları tanımlar. Gülen Cemaati de 2010 yılına dek bu belgede,
devlet güvenliğine yönelik iç tehdit grupları arasında sayılıyordu. Ancak
Arınç’ın da vurguladığı üzere Gülen Cemaati, bizzat AKP hükümeti tarafından
tehdit listesinden çıkarıldı.
Eski MİT
Müsteşar Yardımcısı Cevat Öneş, 2004 MGK kararlarının uygulanmaması üzerine
bakın nasıl bir tespitte bulunmuş: “İfade edilen çeşitli saiklere rağmen 2004
MGK kararının, siyasi ve hukuki yönlerden zamanın iktidarınca tedbirler
yönünden değerlendirilmeyişi, Gülen Cemaati’nin sadece Türk Silahlı
Kuvvetleri’ni değil, Türkiye Cumhuriyeti Devletini ve kurumlarını da işgal etme
sürecine ivme kazandırmıştır.”
MİT’te üst
düzey yöneticilik yapmış olan Öneş’in devletin dinci bir örgüt tarafından işgal
edilmesi sürecinin önemli sorumlularından biri olarak AKP hükümetini işaret
ettiği açıklaması böyle. AKP hükümetinin konuyla ilgili yaptığı ve bir suç
itirafı olan açıklamaları da ortada.
Cemaat
kendilerini hedef alana dek uyarı ve eleştirileri dinlemeyip, devleti tüm
kurumlarıyla birlikte bu çeteye teslim eden, suçlarına ortaklık yapanlar şimdi
“kandırıldıklarına” inanmamızı istiyorlar.
Hayır kandırılmadınız.
Aksine, birlikte kandırmaya çalıştınız!
Yıllardır bunu
söylememize rağmen, Cumhuriyet Gazetesi’nden örgüt, bizlerden FETÖ’cü çıkarmak
için beyhude bir çabaya girişen Türkiye yargısının “kandırıldık” açıklamasını
yeterli görerek şüpheliler hakkında herhangi bir soruşturma açmadığını da
belirtelim.
Şimdi yargının
AKP eliyle Cemaat’e nasıl teslim edildiğine bir göz atalım. CHP’nin 15 Temmuz
kalkışmasıyla ilgili hazırladığı raporundan yine bir alıntı yapacağım.
Darbe girişimi
sonrasında, Gülen Cemaati’nin hatırı sayılır bir ağırlığı olan yargı
teşkilatından birkaç bin hâkim, savcı “FETÖ’cü oldukları” gerekçesiyle ihraç
edildi. Birçoğu tutuklandı.
CHP’nin raporu,
ihraç edilen yargı mensuplarının kadrolaşmalarına dair çarpıcı tespitler
içeriyor. Raporda darbe sonrasında KHK’lerle ihraç edilen yargı mensupları
arasında kıdemi en eski olanın 1980’de mesleğe girdiği belirtiliyor. 1980’den
AKP’nin iktidara geldiği 2002’ye kadar, farklı hükümetler tarafından toplamda 7
bin 672 hâkim ve savcının ataması yapılmış. Bunlar arasından darbe kalkışması
sonrasında ihraç edilenlerin sayısı bin 210 kişi. Oransal olarak ifade edersek,
23 yıllık bir süreç içinde göreve başlayan yargı mensupları arasında FETÖ
bağlantısı olduğu iddiasıyla ihraç edilenlerin oranı yaklaşık yüzde 16.
Şimdi bir de
AKP’nin iktidar olmasından sonraki dönemlere bakalım.
Raporda
2003-2010 yılları arası ilk AKP Dönemi olarak adlandırılmış. Bu dönemde ataması
yapılan 3 bin 637 hâkim, savcıdan ihraç edilenlerin sayısı bin 255 kişi.
Oransal ifadeyle, toplam atamalar içinde ihraç edilenlerin payı yaklaşık yüzde
35 olan bu dönemin adalet bakanları ise Cemil Çiçek, Mehmet Ali Şahin ve
Sadullah Ergin.
Yargıdaki
vesayete son verdiği demagojisi yapılan 2010 Anayasa Referandumu sonrası ile
AKP’ye yönelik yolsuzluk soruşturmalarının yapıldığı 17/25 Aralık 2013
tarihleri arası ise raporda ikinci AKP Dönemi olarak incelenmiş. Bu dönemin
adalet bakanları ise yine Sadullah Ergin ve Bekir Bozdağ. Bu iki bakanın
döneminde ataması yapılan 2 bin 876 hâkim, savcıdan bin 192 kişi ihraç
listelerine girmiş. İhraçların toplam atamalar içindeki payı ise yaklaşık yüzde
42.
AKP’nin
Cemaat’le ortaklığının sona ermesinden sonraki, 2014’den 15 Temmuz 2016
darbesine kadar geçen süre ise üçüncü AKP Dönemi başlığı ile ele alınmış.
Adalet Bakanı ise yine Bekir Bozdağ. AKP – Cemaat savaşının şiddetlenmesi
nedeniyle bu dönemdeki yargı atamalarında Cemaat payında belli bir düşüş göze
çarpıyor. Atanan 2 bin 281 hâkim, savcıdan 582’si ihraç edilmiş. Yani yaklaşık
yüzde 26’sı.
AKP’nin bu üç
dönemine dair toplam sayıları kıyaslamalı olarak verirsek; 1980-2002 arasındaki
23 yılda yargıdaki Cemaat kadrolaşması yaklaşık yüzde 16’iken, AKP’nin
kesintisiz olarak hükümet olduğu 2003-2016 arasındaki 14 yılda ise bu oran
yüzde 35 olmuş. Bu 14 yılda ataması AKP tarafından yapılan 8 bin 794 hâkim,
savcıdan 3 bin 29’u ihraç edilmiş. Oransal ifadesiyle toplam atamalar içinde
FETÖ bağlantısı nedeniyle ihraç edilen yargı mensubu yüzde 35 olmuş.
AKP hükümetinin
kendisini suçtan muaf tutmak için sığ bir kurnazlık örneğiyle, FETÖ adına
yürütülen soruşturmalarda milat olarak kabul ettiği 17/25 Aralık 2013
sonrasındaki döneme ilişkin ihraç oranları bile 1980-2002 arasındaki dönem
ortalamasının üzerindedir. Geçen haftaya kadar Adalet Bakanı olan Bekir
Bozdağ’a ayrıca bir parantez açarak bu konuya nokta koyalım.
Bekir Bozdağ,
AKP hükümetinin 14 yıllık iktidarında Adalet Bakanı olarak görev yapan 4
isimden biri. 24 Mart 2011’de mecliste yaptığı konuşmada Fethullah Gülen’den
“Bu ülkenin yetiştirdiği değerli bir kıymet, bilge bir insandır. Her şeyi
açıktır.” diye bahseden Bozdağ, 9 Haziran 2012’de de “Muhterem Hoca Efendiye
Antalya’dan selamlarımı iletiyorum.” mesajını kişisel Twitter hesabından
paylaşan kişidir. 15 Şubat 2012’de de CNNTURK televizyon kanalında katıldığı bir
programda, “Yargıda cemaat örgütlenmesi var mı?” sorusunu “Böyle bir şey mümkün
olmaz!” diyerek yanıtlayan da Bekir Bozdağ’dır. Cemaat ile aralarındaki savaşın
başlangıç zamanlarında, 15 Ağustos 2013’te, “Cemaat’le AKP arasında bir fitne
ateşi yakmayı başaramayacaklardır.” şeklindeki Twitter mesajının sahibi de
Bekir Bozdağ’dır.
Yargıda
Cemaat’in örgütlenmesi olduğuna yönelik iddialara “mümkün değil” yanıtını
vermiş olan Bekir Bozdağ’ın 2013’ten günümüze kadar uzanan bir Adalet Bakanlığı
serüveni var. Bu 4 yılda 15 Temmuz darbesine gelene kadar Bozdağ, toplam 3 bin
614 hâkim, savcı ataması yapmış. Yani AKP’nin 14 yıllık iktidarında
gerçekleştirilen toplam 8 bin 794 atamanın yüzde 41’ini Bakan Bozdağ 4 yılda
yapmış. Yargıda Cemaat örgütlenmesini
mümkün görmeyen Bozdağ’ın atamasını yaptığı hâkim, savcılardan bin 228’i, yani
yaklaşık yüzde 34’ü FETÖ’cü oldukları iddiasıyla ihraç edilmiş. Bu sayı ve
oranların bize söylediği şudur:
Bekir Bozdağ,
yargının Cemaat’e teslim edilmesinin baş sorumlularından birisidir.
Ancak bizler
FETÖ’cü suçlamasıyla hapsedilmişken, Bekir Bozdağ görevinin değiştirilmesine
karar verildiği geçen haftaya kadar Adalet Bakanı sıfatıyla Hâkim, Savcılar
Kurulu’nun başındaki kişi olarak, kendisi tarafından ataması yapılan yargı
mensuplarının teşkilattan ihraçlarını yönetiyordu.
15 Temmuz
darbesini saatler önce haber aldığı halde kanlı kalkışmayı engelle(ye)meyen
Hakan Fidan’ın müsteşarı olduğu Milli İstihbarat Teşkilatı’nda (MİT) durum ne
imiş ona da bakalım.
Meclis 15
Temmuz Darbesini Araştırma Komisyonu’na ifade veren isimlerden birisi de bir
önceki MİT Müsteşarı olan Emre Taner’di.
İfadesinde,
görev yaptığı 2005-2010 yılları arasındaki dönemi kast ederek şunları söyledi
emekli Müsteşar Taner:
“Benim
çalıştığım dönemde MİT’e FETÖ’nün sızması sıfıra yakındır. İstemezseniz
almazsınız. İyi incelersiniz almazsınız. Ondan sonrasını bilemem. Daha sonraki
yönetim cevaplayacaktır. Şimdi, ‘70-80 kişi MİT’ten FETÖ bağlantılı diye
ayrıldı’ dendiği zaman dahi yadırgamamak mümkün değildir. Geçmiş döneme ait
değildir. Belki 2,3,5 kişi olabilir. Ona bir itirazımız yok. Ama son dönemde bu
girmelerin daha rahat ve net olduğuna dair bir izlenim vardır. Bunu rahatlıkla
söyleyebilirim. MİT, devlet kurumları içerisinde FETÖ anlamında ve diğer yıkıcı
örgütler anlamında en temiz kalmış örgüttür.”
Cemaat’in MİT’e
sızmaları konusunda açık bir biçimde Hakan Fidan’ı suçlayan eski müsteşar
Taner’in, MİT’in FETÖ bağlamında “en temiz kalmış örgüt” olduğu düşüncesi ne
kadar doğruyu yansıtıyor bakalım.
Meclis 15
Temmuz Komisyonu’na ifade vermeye dahi gitmeyen ya da gitmesine izin verilmeyen
MİT Müsteşarı Hakan Fidan, talep üzerine, MİT’teki FETÖ bağlantılı personelle
ilgili bir rapor gönderdi. Cemaat kumpasıyla, Ergenekoncu olduğumuz yalanıyla
tutuklanıp birlikte hapsedildiğim “eski örgüt arkadaşım” gazeteci Müyesser
Yıldız, Oda TV isimli haber portalında bu raporun içeriğini anlatmış.
MİT’in raporuna
göre; 17 Aralık 2013’ten 15 Temmuz 2016’ya kadar olan 2,5 yıllık dönemde 181,
darbe kalkışmasından sonraysa 377 personel hakkında işlem yapılmış. Yani,
“devletin temiz kaldığı” iddia edilen kurumunda toplam 558 personelin FETÖ
bağlantısı tespit edilmiş. Bunlardan 167’si kamu görevinden çıkarılmış. Sözleşme
feshi ya da istifa gibi nedenlerle de 70’inin teşkilatla ilişiği kesilmiş.
TSK/Emniyet personeli olan 272’sinin geçici görevlendirilmesi de
sonlandırılmış. Toplamda 509 MİT personelinin teşkilatla ilişiği kesilmiş,
kalan 49 personelle ilgili çeşitli işlemler sürerken, 5 kişinin de göreve iade
edildiği belirtilmiş. Bahsedilen 558 personelden kaçının, Hakan Fidan’ın
müsteşar olarak atandığı 2010’dan sonra MİT’te göreve başlayıp başlamadığına
ilişkin bir bilgi yok. Ancak, eski müsteşar Emre Taner’in, Cemaat’in MİT’e
yönelik sızmalarıyla ilgili halefi, müsteşar Hakan Fidan’ı suçladığını bir kez
daha anımsatalım.
Hakan Fidan’a
yönelik suçlama ya da kuşkularını dile getiren sadece eski müsteşar da değil.
Başbakan Binali Yıldırım da kuşkularını dile getirenlerden biri.
Anlatalım...
İhbarcı Binbaşı
O.K.’nin Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından başlatılan soruşturmada
verdiği ifadesinde, 15 Temmuz 2016 günü saat 14:00’de MİT’e giderek darbe
yapılacağını söylediğini artık hepimiz biliyoruz. Ancak MİT Müsteşarı Hakan
Fidan, yapılan ihbarın darbe kalkışması olmadığını ısrarla söylemeye devam
ediyor. Genel Kurmay Başkanı Hulusi Akar da, Müsteşar’ın karargâha gelerek,
MİT’e bir hava operasyonu yapılarak kendisinin kaçırılmasına yönelik bir
plandan bahsettiğini söyleyerek Hakan Fidan’ı doğrulayan bir ifade vermişti.
Orgeneral Akar, her ne kadar “Daha büyük bir planın parçası olduğunu
değerlendirdik.” dese de, MİT’e ihbar yapılmasından yaklaşık 7 saat sonra
tanklar sokağa indi. Savaş jetleri Meclis’i bombaladı. Her ne kadar başarısız
kılınmış olsa da 250 kişi darbecilerce katledildi. Çünkü savaş
helikopterleriyle MİT’e askeri operasyon düzenlenip Müsteşar Hakan Fidan’ın
kaçırılmak istendiği planın, bir darbe kalkışmasının parçası olduğunu
anlamamışlar.
Ya da bizi
inandırmak istedikleri bu.
Şimdi biz
bunları, kuşkularımızı söyleyip, yazdığımız için hapisteyiz. Ama böyle bir
planı, bir darbe kalkışmasının parçası olduğunu anlayabilecek kapasitede
olmadıklarını itiraf edenler, orduyu ve MİT’i yönetmeye devam ediyor.
Darbe kalkışması
başladıktan sonra birkaç saat süreyle, Hakan Fidan’a kimsenin ulaşamadığını
biliyoruz. Üstelik Müsteşar Fidan’ın ne Başbakan Binali Yıldırım’ı ne de
kendisine “Sır Küpüm” diyen Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı darbe ihtimaline karşı
neden bilgilendirmediği de sırrını koruyor.
2 Ağustos 2016
gecesi, CNNTürk ve Kanal-D televizyon kanallarının ortak yayınına konuk olan
Başbakan Binali Yıldırım, “MİT Müsteşarına bana neden haber vermediğini sordum.
‘Başbakanın, Cumhurbaşkanının haberi yok. Nasıl olur? dedim.’ Genelkurmay
Başkanına söylemeniz doğal ama Başbakana da söylemeniz gerekirdi’ dedim. Cevap
veremedi” demişti. Yani Başbakan da darbe kalkışmasında MİT’in sadece
istihbarat zafiyeti yaşamadığının altını çiziyordu.
Başbakan da
Yıldırım, kalkışmadan 1 yıl sonra, kendisiyle yapılan söyleşide kuşkularımızı
arttıran bir bilgiyi satır aralarına sıkıştırıyordu. Hürriyet gazetesinin “15
Temmuz Yıldönümü” ekinde Fikret Bila’nın Başbakan Yıldırım’la yapılmış bir
söyleşisi yayımlandı. Söyleşide Yıldırım, Ankara ve İstanbul emniyetiyle yapmış
olduğu görüşmeler sonunda 15 Temmuz’da bir darbe kalkışmasıyla karşı karşıya
oldukları kanaatine ulaştığını anlatıyor. MİT Müsteşarı Fidan’la kalkışma
başladıktan 2 saat sonra 22.30 – 23.00 arasında iletişim kurabildiğini belirten
Yıldırım şöyle devam ediyor:
“Bilgiler bize
intikal etmedi, ne bana ne de Cumhurbaşkanına. Müsteşar da (Hakan Fidan) o anda
söylemedi. O anda darbeyle ilgili de bir şey söylemedi. Ben kendisine sordum,
‘Darbe oluyor, ne yapıyorsun?’ dedim. ‘Yok’ dedi. ‘Bir şey yok, normal. Biz
çalışıyoruz.’ dedi bana. Oradaki iş farklı bir şey.”
MİT Müsteşarı
Hakan Fidan’ın Başbakan Yıldırım’a “Bir şey yok, normal.” dediği saatlerde
neler olmuş ya da neler oluyormuş bir anımsayalım.
Saat 21:00:
Darbeciler Genelkurmay Karargâhını ele geçirerek komutanları esir almışlar.
Kendilerine direnenlerle de çatışmaya başladıkları için silah sesleri duyulmaya
başlamış.
Saat 22:00:
Genelkurmay karargâhında silah sesleri duyuldu ve helikopter dışarıda
bulunanların üzerine ateş açtı.
Saat 22:05:
Genelkurmay başkanının uçuş yasağı emrine rağmen, Ankara’da savaş jetleri ses
duvarını aşarak uçuş yapmaya başlamışlar.
Saat 22:28:
İstanbul’da tanklar, boğaz köprülerini kapatmış.
Saat 22:35:
İstanbul Atatürk ve Sabiha Gökçen Havalimanları darbeciler tarafından işgal
edilmiş.
Tüm bu
gelişmeler ilk önce sosyal medyadan, kısa süre sonra da ulusal yayın yapan
televizyon kanalları tarafından duyurulmaya başlanmış. Başbakan Yıldırım’ın, Müsteşar
Fidan’la konuştuğunu söylediği saatlerden kısa bir süre sonra da, 23:00’de
MİT’in Ankara Yenimahalle’de bulunan genel merkezine savaş helikopterleriyle
saldırı düzenlendiğini de belirtelim. Ama Hakan Fidan’ın, Başbakana söylediğine
göre ise “bir şey yok, normal”.
Başbakanın da
dediği gibi “Oradaki iş farklı bir şey.” gerçekten de. Ve o farklı şeyin ne
olduğu sorusunun yanıtını aramaya devam edeceğiz. Çünkü, canlarını ortaya
koyarak bir darbeyi engellemeye çalışanların yaslı aileleri başta olmak üzere
herkesin gerçekleri bilmeye hakkı var.
Gülen
Cemaati’nin devlet içindeki kalelerinden biri de, kuşku yok ki polis teşkilatı.
Cemaat mensubu polislerin Ergenekon, Balyoz, Devrimci Karargâh, KCK, Şike, Oda
TV ve benzer birçok kumpas soruşturma ve davalarındaki ortaya çıkan rolleri bu
iddiamızın tek başına kanıtı.
15 Temmuz
sonrasında 13 binden fazla polis FETÖ bağlantısı iddiasıyla meslekten atıldı.
Büyük çoğunluğu tutuklandı. Ancak, Emniyet Teşkilatı’ndaki cemaat mensubu polis
sayısının, bu rakamın çok daha üzerinde olduğunu belirtmek gerek.
Cemaat’in Polis
teşkilatındaki örgütlenmesi 1980’li yılların başına kadar uzanıyor. Dolayısıyla
bundan sadece AKP iktidarı sorumlu değil. Ancak AKP iktidarı döneminde ortaya
çıkan, polis adaylarının girdiği sınavlarda kopya çekilmesi ya da soruların
sınavdan önce Cemaat’in dershanelerine sızdırılması olaylarına yönelik etkin
soruşturma yapmamaları, eleştirileri kulak arkası etmeleri kendilerini tek
başına sorumlu kılıyor.
Birkaç örnekle
açıklayalım:
-26 Ağustos
2007’de yapılan ve Türkiye genelinde 71 binden fazla adayın katıldığı polislik
sınavı sorularının önceden çalındığı ortaya çıktı. Konunun medyaya
yansımasından sonra sınavda kopya çekildiği, Cemaat kast edilerek, soruların
önceden belli gruplara verildiği iddiaları ortaya atıldı. Dönemin İçişleri
Bakanı Beşir Atalay, sınav sorularının önceden bazı kişilerce bilinmesi veya
sınava giren adaylara verilmesinin mümkün olmadığını iddia etti.
-Beşir
Atalay’ın iddialı açıklaması 8 ay sonra çürüdü. 13 Eylül 2009’da yapılan Polis
Meslek Yüksek Okulu sınavı soruları, sınavdan birkaç gün önce Cemaat’e ait FEM
Dershaneleri’ne sızdırılmış ve bazı öğrencilere yanıtlarıyla birlikte
dağıtılmıştı. Konu medyaya yansıyınca 60 binden fazla adayın girdiği sınav
iptal edildi.
-Emniyet Genel
Müdürlüğü’nün ara kademe amir açığını kapatmak için 5 Mart 2012’de yaptığı ve
50 binden fazla polisin katıldığı sınavda kopya çekildiği belirlendi. Kazanan
adayların 68’inin akraba olduğu belirlenen sınavda Cemaat’in teşkilat içinde en
güçlü olduğu personel, istihbarat ve kaçakçılık birimleri ile Başbakanlık
Koruma Müdürlüğü ve Bakanlık Özel Kalem Müdürlüklerinde çalışan 485 kişinin
85-90 aralığında puan aldıkları belirlendi. 2011’de yapılan aynı sınavda da
kazanan adayların tümünün hatalı olduğu mahkeme kararıyla tescillenen 19 soruya
doğru yanıt verdikleri ortaya çıktı.
1980’lerde
polis okullarına girenler arasında örgütlerine eleman devşiren Cemaat, AKP
iktidarı dönemindeyse önceden çaldıkları sınav sorularıyla kendi elemanlarını
doğrudan Emniyet Teşkilatı’na sokuyordu. Sınavların yapıldığı dönemde şikâyet
konusu olan, medyada haberleştirilen bu olaylarla ilgili AKP hükümeti
eleştirileri kulak arkası etmeyi tercih etti. Cemaat’in kendilerini hedef
aldığı 17/25 Aralık 2013 yolsuzluk soruşturmalarından sonraysa bu sınavlarla
ilgili adli ve idari soruşturmalar açıldı.
Darbe
kalkışmasına girişip kendi halkına silah sıkan ordu ile yargı, Polis Teşkilatı
ve MİT’teki durum ve AKP hükümetlerinin sorumluluğuna dair buzdağının görünen
yüzünde var olanların özeti böyle.
Şurası kesin
ki, Gülen Cemaati AKP iktidarda bulunduğu 14 yıl boyunca herhangi bir engelle
karşılaşmadan nihai hedefine doğru yol almaya devam etmiştir. Hatta AKP’ye
dönük niyetlerini de açık eden 7 Şubat 2012’deki MİT soruşturması ve 17/25 Aralık
yolsuzluk operasyonlarına rağmen caydırıcı bir engelle karşılaşmak bir yana,
sistem içindeki kazanımlarını koruyup, büyütmeye devam etmiştir. Büyüyen
tehlikeyi görerek AKP’yi eleştiren ve uyaranlara hükümetin verdiği yanıtların
toplamını tek bir alıntıyla özetlemek mümkün. Dönemin AKP Genel Başkan
Yardımcısı Hüseyin Çelik, 20 Şubat 2012’de NTV kanalındaki mülakatında,
Cemaatin devlet içindeki örgütlü gücüne yönelik eleştirilere şöyle yanıt
vermişti: “Cemaat devleti ele geçirmiş, devlete sızmış diyorlar. Bunlar
kargaları güldürür. Bu paranoyaları bir yana bırakalım.”
Anımsatmadan
geçmek istemediğim bir anekdot daha var. 2011 yılı Gülen Cemaati’nin gücünün
doruğunda olduğu zamanlardı. AKP iktidarı mensuplarının, medyanın büyük
çoğunluğunun, şimdilerde en cevval FETÖ düşmanı olduğunu kanıtlama çabasıyla
herkesi tutuklayan yargı mensuplarının ezici çoğunluğu, ne Fethullah Gülen’den
ne de Cemaat’inden adıyla dahi bahsedemiyorlardı. Korkuyorlardı. Şimdi Recep
Tayyip Erdoğan ve AKP’ye yaptıkları gibi o dönemde de devletin kudretli gücü
Cemaat’e menfaatleri gereği biat ediyorlardı. O zaman da, Cemaat kumpasıyla
tutuklananlar arasındaydım. Nedeni ise bugün olduğu gibi yine bir mesleki
faaliyetti. Cemaat’in polis ve yargıdaki örgütlü çetesinin, Ergenekon sürecindeki
soruşturma ve davalardaki rolünü irdelemek niyetinde olan bir kitap çalışması
yapıyordum. Herkesin Cemaat’ten korktuğu, biat ettiği, adını bile anamadığı o
dönemde kitabımın adı “İmamın Ordusu” idi.
Recep Tayyip
Erdoğan ise dönemin başbakanıydı. Ve “Bazı kitaplar bombadan tehlikelidir.”
diyordu. Hapiste tutulan gazeteciler için, şimdi de sıkça yaptığı gibi o zaman
da, “Gazeteci değil, teröristler.” diyordu. Elbette böyle bir beklentimiz yok
ama Erdoğan kitaplarla, yazarlarıyla, gazetecilerle arasındaki ilişkiyi
kriminal düzeyde tutmak yerine okuyup, dinleyip, anlamaya çalışsaydı, kuvvetle
muhtemel bugün hiçbirimiz burada olmayacaktık. Dahası Erdoğan okuyan birisi
olsaydı, Salvador Allende’nin Şili’nin Faşist cuntacılarına söylediği; “Tarih bizden
yana ve tarihi haklılar yazar!” sözünden de haberdar olacaktı.
Evet, tarih bir
kez daha bizden yana. Dolayısıyla ne Cumhuriyet Gazetesi’nden bir illegal örgüt
ne de bizlerden terörist çıkaramayacaksınız.
Buraya kadar
anlattıklarımdan anlamışsınızdır. Söylediklerim savunma veya ifade değil.
Aksine ithamdır.
Çünkü;
Bu siyasi
operasyonun kanuni kılıfını hazırlayan metnin başında “iddianame” yazması, çöp
muamelesi yapılması gereken bu utanç vesikasını hukuki kılmıyor. Tıpkı, öncesi
ve sonrasıyla bu siyasi operasyonda görev ve rol üstlenen kimi kişilerin
adlarının önünde hâkim, savcı yazmasının kendilerini hukukçu kılmadığı gibi.
Bizlere yönelik
bu operasyon; düşünce ve ifade hürriyetini, basın özgürlüğünü hedef alan bir
pogromdan başka bir şey değildir. Ve kimi yargı mensupları da bu pogromun
linççileri olma görevini üstlenmişlerdir.
Gelişmiş
demokrasilerde yargı, hukukun evrensel normlarıyla hareket eder. Adaleti
sağlamakla görevli denetleyici bir güçtür. Ancak Türkiye’de yargının kimi
mensupları, bizatihi adaletin mezar kazıcıları olmuşlardır. Demokrasinin
denetleyici bağlarından koparılmış bir sistem inşa etme peşindeki diktatörlük
heveslilerinin iktidarda olduğu bir ülkede, siyasi ve entelektüel bir sefalet
içinde kıvranan yargının bu hali elbette şaşırtıcı değil.
Hukuktan; hak,
adalet, vicdan ve liyakati çıkardığınızda geriye kalan ne ise, Türkiye yargısı
şu an odur. Yaşadığımız tecrübelerden yola çıkarak gayet iyi biliyoruz ki hak,
adalet, hukuk, insanlık çağrıları size ulaşmıyor. Dolayısıyla, hiç bir talebim
de olmayacak. Ancak, sizi bir zırh gibi kuşatan üzerlerinizdeki cüppelerin,
insan hayatından ve özgürlüğünden yapılmış olduğunu söylemekle yetineceğim.
Cumhuriyet
Gazetesi’nde aradığınız örgüt, siyasi parti kılığında ülkeyi yönetiyor.
Sahibinin sesi olmuş medyası da bu organize kötülük örgütünün yalanlarını
gerçekmiş gibi sunuyor. Suçlarını perdeleyip, kötülüğün yaygınlaşıp
sıradanlaşması görevini yerine getiriyor. Yani örgüt propagandası yapıyor.
Çünkü en
bilinen hakikat tüm çarpıklığıyla bir kez daha karşımızda duruyor: Suç dünyanın
en güçlü zamkıdır.
Siyasi iktidar,
bürokrasi, yargı, talancı sermaye ve sahibinin sesi olmuş medyayı birbirine
yapıştıran da bu zamktır.
Bu kirli düzen,
bu suç hanedanlığı hep sürecek zannedenler yanılıyorlar. Tarihin sayfalarını
karartan tüm diktatörlüklerde olduğu gibi, kinlerinin ve hırslarının doymak
bilmez açlığıyla yol almaya çalışanlar her zaman kendi sonunu hazırlar.
Taşlarını kendi döşedikleri cehennemlerine vardıklarındaysa o görkemli
küstahlıktan, akılları kör eden kibirden eser kalmaz.
Kimsenin
kuşkusu olmasın, tüm kişi ve kurumlarıyla organize kötülük örgütünün bu
ablukası da dağıtılacak.
Çünkü bu ülkede;
- Demokrasi düşmanlarına inat, kalıcı ve
yaygın bir demokrasi için mücadele edenler var.
- Hukuku katledenlere inat, hukukun
üstünlüğünü savunmaya devam edenler var.
- Menfaat düzenlerini sürdürmek için savaşı ve
ölümü kutsayanlara inat, barışı ve yaşamı esas kılmaya çalışanlar var.
- Çocukları katledenlere, pedofilleri
koruyanlara inat çocukların düşlerini gerçek kılmak için çabalayanlar var.
- Ve hakikati boğmak isteyenlere inat
gazetecilik yapmaya devam edenler var.
Gazetecilik
faaliyetlerimin suç olarak gösterilmeye çalışıldığı bir operasyona karşı
söyleyeceklerim bundan ibarettir. Ve hiçbir şekilde savunma değildir. Ki bunu
gazeteciliğe ve mesleğimin etik değerlerine hakaret sayarım.
Çünkü
gazetecilik suç değildir!
Gazetecilik
faaliyetlerini suçlama konusu yapmak, totaliter rejimlerin ortak özelliğidir.
Tecrübemle biliyorum ki mesleki faaliyetlerim nedeniyle her siyasal iktidarın
ve her dönemin yargısının “kötüsü, suçlusu” olmayı başardım. Kızıma bırakacağım
bu mirastan gurur duyuyorum.
Biliyorum, bu
iktidarın da, yargısının da benimle ilgili sorunları var. Çünkü gazetecilik
yapmaya çalışıyorum. Bugün, Türkiye’de yaygın bir şekilde olduğu gibi siyasal
iktidara, çeşitli güç odaklarına değil hakikatin gücüne sırtımı dayayarak
gazetecilik yapıyorum.
Çünkü Türkiye
gibi demokrasiyle sıkı bağlar kuramamış ve giderek daha da totaliterleşen
rejimlerde gazetecilik yapmak demek çizgiyi aşmak demektir. Ve gazetecilik
hizaya gelerek yapılmaz. Hizaya gelerek yapılanın adına da gazetecilik denmez.
Eğer icazetle yazıp söylersen, onursuzluğun acizliğiyle ezilirsin.
Bu yüzden söyleyeceğim o ki, dün
gazeteciydim, bugün gazeteciyim, yarın da gazetecilik yapmaya devam edeceğim.
Yani hakikati boğmak isteyenlerle aramızdaki bu uzlaşmaz çelişki hiç
bitmeyecek.
Bu karanlık
günlerde ihtiyacımız olan daha fazla hakikat kaybı değil. Her şeyden çok ve
daha fazla gerçeklere ihtiyacımız var. Bu yüzden hakikate kendimden daha fazla
saygı duymaya da, inkârcı biat kadrolarına dâhil olmayı reddetmeye de devam
edeceğim.
Bunun için bir
bedel ödemek gerektiği ortada. Ama sanmayın ki bu bizi korkutuyor. Ne ben, ne
de dostları olmaktan onur duyduğum “Dışarıdaki Gazeteciler”, her kim olursanız
olun hiç birinizden korkmuyoruz. Çünkü zorbaları en çok korkutanın cesaret
olduğunu biliyoruz.
Ve zorbalar da
şunu bilsin ki, hiçbir zalimlik, tarihin akışını engelleyemez.
Kahrolsun
istibdat, yaşasın hürriyet!
26 Temmuz 2017
Çağlayan
Adliyesi
Ahmet Şık